Yapay zekâ ve kapitalist tuzak
"Bilimin metalaştırılması, kaçınılmaz bir sonuç olarak, bilim insanı açısından siyasi bir konformizm ve dolayısıyla toplumsal bir sorumsuzluk üretiyor."
Çevirmenin notu: Dean Baker’ın geçen yıl yazdığı makaleden: “Yapay zekâ teknolojisinin kitlesel işsizliğe ve eşitsizliğe yol açacak hiçbir yanı yok. Eğer bu sonuçlar ortaya çıkarsa, bu teknolojinin kendisinin değil, kuralları nasıl yapılandırdığımızın bir sonucu olacaktır. Gözlerimizi toptan ayırmamalı ve kuralları yapılandırmanın bir politika tercihi olduğunu unutmamalıyız. Ve bir husus daha; kuralları tüm para en tepeye gidecek şekilde yapılandırmak isteyenler, sorunun teknoloji olduğunu söylemek isteyeceklerdir.”
Bilimsel ilerlemelerdeki kapitalist tuzak
Prabhat Patnaik
17 Mart 2024
Son bin yılda bilimde meydana gelen çiçeklenmenin özünde bir paradoks yatıyor. Bu çiçeklenme özünde insan özgürlüğünü muazzam ölçüde artırma potansiyeline sahip. Bu, insanın insan-doğa diyalektiği içindeki kapasitesini artırıyor; bilimsel pratik “verili” olanın ötesine sadece bir kereye mahsus olarak değil, aralıksız kendini sorgulama yoluyla sürekli bir hareket olarak geçmeyi amaçlar, böylece bu pratik potansiyel olarak kolektif bir özgürleşme eylemidir. Ancak bu özgürlük vaadi büyük ölçüde yerine getirilmedi ve potansiyeli gerçekleştirilmemiş olsa da bilimin bu çiçeklenmesi, büyük ölçüde bazılarının diğer halklar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurması amacıyla kullanıldı. Paradoks, insan özgürlüğünü artırma potansiyeline sahip olan bilimsel pratiğin tahakkümü artırma, yani insan özgürlüğünü zayıflatma amaçlı kullanılmış olmasında yatıyor.
Bu paradoksun kökenleri, bilimsel ilerlemeye yönelik müdahaleye son verilmesinin, kilisenin (hatırlanacağı üzere Galileo’yu fikrinden dönmeye zorlamıştı) toplum üzerindeki baskısının yıkılmasını gerektirdiği hakikatinde yatıyor ve bu yıkım ancak feodal düzenin aşılmasının bir parçası olarak, yani 1640 İngiliz Devrimi’nin başlıca örneği olduğu burjuva devriminin bir parçası olarak gerçekleşebilirdi. Bu nedenle Avrupa’da modern bilimin gelişimi, en başından itibaren kapitalizmin gelişimiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı ve bu hakikat, bilimsel ilerlemelerin kullanıldığı kullanım üzerinde silinmez bir iz bıraktı.
Bu burjuva damgasının, filozofların (Akeel Bilgrami gibi) ilgilendiği kayda değer epistemik sonuçları da vardı; yani doğanın “hareketsiz madde” olarak ele alınması ve dünyanın uzak bölgelerindeki yerli halklara (“tarihi olmayan halklar”) benzer bir “hareketsizlik” atfedilmesi, Avrupalıların gözünde doğa üzerinde olduğu kadar bu tür uzak halklar üzerinde de “hakimiyet” edinmeyi “haklı çıkarmış” ve dolayısıyla emperyalizm olgusunu “meşrulaştırmıştı”.
Bilimin özgürlüğü artırıcı rolünün ancak kapitalizmin aşılmasıyla tam anlamıyla gerçekleşebileceğinin bilincinde olan bilim insanlarının en iyileri, böyle bir aşkınlığın tarihsel olarak gündeme geldiği dönemde sosyalizm mücadelesine katıldılar. Bu onlar için yalnızca yurttaş olarak bilimin kötüye kullanılmasını önlemek için gerekli değil, aynı zamanda bilim insanları olarak onlar için ahlaki bir yükümlülüktü; bilimsel ilerlemeyi üreten kendi praksislerinin kötüye kullanılmasına karşı mücadele etmek onlar için büyük önem taşıyordu.
Sosyalizm mücadelesi konusunda Albert Einstein örneği çok iyi biliniyor. Kendisi sadece açık bir sosyalist olmakla kalmamış, aynı zamanda siyasi faaliyetlere ve toplantılara aktif olarak katılmıştı; bu nedenle Amerikan FBI’ı kendisini “izlemeye almış” ve hakkında şu anda kamuya açık olan bir dosya tutmuştu, hatta sosyalist inançları nedeniyle atom bombasını geliştiren Manhattan projesi için kendisine güvenlik izni verilmemişti. Aynı şekilde İngiltere’de de JD Bernal’den Joseph Needham’a, JBS Haldane’den Hyman Levy’ye, GH Hardy’den Dorothy Hodgkin’e ve diğerlerine kadar yirminci yüzyılın en iyi bilim insanları solun bir parçasıydı.
Fakat neoliberalizmin başlamasıyla birlikte temel bir değişiklik oldu. Bilimin “metalaşması” söz konusu oldu, bu çerçevede araştırmaların finansman sorumluluğu devletten özel, çoğunlukla da kurumsal bağışçılara geçti. Bu durum, bilim insanının kapitalizmi aşma ihtiyacının altını çizen siyasi görüşlerini ifade etme özgürlüğünün büyük ölçüde kısıtlandığı anlamına geliyor. Eğer bir bilim insanı bir araştırma projesinde yer almak istiyorsa, özel bağışçılar için yeterince kabul edilebilir olmak zorundadır ve eğer sosyalist inançlara sahip olduğu biliniyorsa bu bilim insanına yardımcı olmaz. Üniversite atamaları bile bilim insanının bağışçılardan fon çekme becerisine göre belirlenir. Dolayısıyla aynı siyasi kısıtlamalar, yakın zamana kadar akademisyenlerin farklı inançlara sahip olma özgürlüğüne sahip olduğu bir alanda bile geçerli. Başka bir deyişle bilimin metalaştırılması, kaçınılmaz bir sonuç olarak, bilim insanı açısından siyasi bir konformizm ve dolayısıyla toplumsal bir sorumsuzluk üretiyor. Bilimsel pratiğini beşeriyetin özgürleşmesine katkıda bulunacak şekilde kapitalizmin ötesine geçmeye çalışmanın ahlaki yükümlülüğünü içselleştirme “lüksü” neoliberalizm çağında bilim insanından esirgendi, bu da bilimsel ilerlemelerin sonuçları yeterince tartışılmadan benimsenmesi anlamına geliyor.
Bugün gözlerimizin önünde cereyan eden bu tür sağduyusuz benimsemelerin bariz bir örneği yapay zekâ ile alakalı. Tabii ki bunun benim girmeyeceğim pek çok sonucu var; beni ilgilendiren tek bir sonucu var, o da Hollywood senaryo yazarlarının son grevinin dikkat çektiği kitlesel işsizlik. İnsan emeğini mekanik bir aygıtla ikame eden her önlem potansiyel olarak özgürleştiricidir, çalışma angaryasını azaltabilir ya da alternatif olarak daha önce olduğu gibi aynı emek kullanımıyla çıktının büyüklüğünü ve dolayısıyla nüfus için mal ve hizmetlerin kullanılabilirliğini artırabilir. Ancak kapitalizm altında, insan emeğinin mekanik bir aygıtla ikame edildiği her durum insan sefaletini artırır.
Bir örnek düşünün. Bir yeniliğin işgücü verimliliğini iki katına çıkardığını varsayalım. Kapitalizmde her kapitalist bu yeniliği daha önce istihdam edilen işgücünün yarısını işten çıkarmak için kullanacaktır. Tam da bu durum yedek işgücü ordusunun göreli büyüklüğünü artıracak ve istihdamda kalmaya devam edenlerin reel ücretlerinde hiçbir artış olmayacaktır. Dolayısıyla, daha önceki çıktı düzeyi üretilmeye devam ederse, ücret faturası yarıya inecek ve artığın büyüklüğünde bir artış olacaktır. Fakat daha önceki çıktı düzeyinde ücretlerden fazlaya geçiş nedeniyle (ücretlerin daha büyük bir kısmı fazladan tüketildiği için) talepte bir düşüş olacaktır ve dolayısıyla daha önceki çıktı düzeyi üretilemeyecek ve işgücü verimliliğinin ilk iki katına çıkması nedeniyle ortaya çıkan işsizliğin üzerine bu kez yetersiz talep nedeniyle ek bir işsizlik derecesi ortaya çıkacaktır.
İngiliz iktisatçı David Ricardo, talep eksikliğinden kaynaklanan bu ek işsizliği fark etmemişti. Say Kanununu, yani toplam talepte hiçbir zaman bir eksiklik olmadığını ve sadece tüm ücretlerin tüketilmekle kalmayıp, tüketilen kısmı aşan tüm fazlanın otomatik olarak yatırıldığını varsaymıştı. Bu varsayımdan hareketle, ücretlerden fazlaya geçişin, daha önceki çıktıdan toplam tüketimi düşürürken, yatırımı artıracağı ama daha önceki çıktıyı başlangıçta değişmeden bırakacağı sonucuna varmıştı ve yatırımın payının bu şekilde artırılması, çıktı büyüme oranını ve dolayısıyla istihdam büyüme oranını artıracaktı. Bu nedenle makine kullanımı, başta istihdamı azaltsa da büyüme oranını artıracak, böylece istihdam bir süre sonra aksi takdirde olması gerekenin üzerine çıkacaktı.
Ancak Say Kanununun hiçbir geçerliliği yok. Kapitalizmde yatırım, (erişilebilecek kullanılmayan sömürge pazarları yoksa ya da devlet toplam talep eksikliğinin üstesinden gelmek için müdahale etmeye istekli değilse) fazlalığın büyüklüğüyle değil, pazarın beklenen büyümesiyle belirlenir. Teknolojik değişimin tarihsel olarak metropolde kitlesel işsizliğe yol açmamasının iki nedeni var: Birincisi, sömürge pazarlarına erişilebilmekteydi, bu nedenle teknolojik değişimin yarattığı işsizliğin büyük bir kısmı sömürgelere (sanayisizleşme şeklinde) kaydırıldı, yani metropolden işsizlik ihraç edildi. İkincisi, teknolojik değişimin yarattığı yerel işsizlik, işsizler yurt dışına göç ettiği için kalıcı olmadı. “Uzun on dokuzuncu yüzyıl” boyunca (Birinci Dünya Savaşına kadar) 50 milyon Avrupalı Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Güney Afrika, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi beyazların yerleştiği ılıman bölgelere göç etmişti.
Ancak bugün tamamen farklı bir durum söz konusu. Sömürgecilik olmadığı gibi, üçüncü dünya pazarları da metropollerdeki toplam talep eksikliğini gidermekte yetersiz kalıyor. Aynı şekilde devlet de toplam talep eksikliğini karşılayamaz, zira ne mali açığını mali sorumluluk ve bütçe yönetimi yasası sınırının ötesine taşıyabilir ne de harcamalarını artırmak için zenginleri vergilendirebilir (harcamalarını arttırmak için çalışan insanları vergilendirmek toplam talebi pek artırmaz). Dolayısıyla günümüz kapitalizmi bağlamında yapay zekâ kullanımı da dahil olmak üzere makineleşme kaçınılmaz olarak büyük bir işsizlik yaratacaktır.
Buna karşılık sosyalist bir ekonomide ne olacağını düşünün. Yapay zekâ kullanımı da dahil olmak üzere herhangi bir makineleşme, istihdamı, üretimi ve dolayısıyla işçilerin ücret faturasını azaltmadan işin angaryasını azaltacaktır ki bunların hepsi merkezi olarak belirlenecektir. İki sistem arasındaki bu temel fark, yapay zekânın iyi niyetli kullanımının neden yalnızca kapitalizmin aşılması koşuluna bağlı olduğunu açıklıyor.