Hollywood grevi ve merdiven altı yazarlar
"Yazarlar Hollywood'da çalışıyor, buradaki kiralar artıyor ama maaşlar düşüyor. Bu, işçiler ile patronlar, sermaye ile emek arasındaki kadim çekişme."
Çevirmenin notu: Hollywood’da Sinema ve Televizyon Yapımcıları Sendikası (AMPTP) ile sanatçıların, maaş ve yapay zekaya karşı iş güvencesi konusunda yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması nedeniyle temmuz ayında grev başlattı. Yanı sıra Amerikan Senaristler Sendikası da yıllık dizi ve film üretiminin önemli ölçüde artmasıyla daha zor şartlar altında çalıştıkları ve daha az ücret aldıkları için 2 Mayıs’ta greve gitmişti. Bu birleştirilen iki grev, geçen hafta sonlandı. Hollywood’da en son grev 2007’de olmuştu. Glengarry Glen Ross ile Pulitzer Ödülü sahibi Amerikalı oyun yazarı, film yönetmeni ve senarist David Mamet, Hollywood grevinin öncesini ve sonrasını; yazar ve senaristlerin halini ele almış.
Hollywood intikamını alacak mı?
David Mamet
30 Eylül 2023
Ellili yıllarda televizyon, yıldızlarının pek çoğu vodvilin ölümünden kurtulan ve radyo ve film aracılığıyla varlıklarını sürdüren radyoyu yok etmişti: Marx Kardeşler, W.C. Fields. Ve Chaplin gibi ilk film yıldızlarının çoğu önce müzik salonlarından gelmişti; Will Rogers vodvildeki üstünlüğünden sonra bir film yıldızı olmuştu.
Ancak film yıldızları Yeni Biçim’i hakir görüyor ve baraj yıkılana kadar geri çekiliyorlardı (Yetmişli yıllarda New York’ta yapılan oyuncu seçimi tartışmalarını hatırlıyorum: “Sizce Haftanın Filmi’nde oynamayı düşünür mü...?”) Yine de televizyon ve sinema, bugünkü birleşmeye kadar kusurlu bir şekilde devam etti. 2013 yılında Phil Spector adlı bir HBO filmi yazdım ve yönettim. Bunu duyan küçük oğlum şöyle dedi: “Baba, TV için yapılmış bir film yapıyorsun. Bu utanç verici.”
Şimdi yeni teknoloji yine dengeleri alt üst etti. Akış, bilginin yayılmasında ve dolayısıyla içeriğin belirlenmesinde kayda değer faktör olan eski dağıtım araçlarını sonsuza dek yok etti. Endüstriyel üretim ölçek ve harcama ekonomilerini gerektirir ve ödüllendirir. Şirketler toplu alım yapar, sanatsal bütünlük denebilecek ve sadece rakamlara bakan bir denetçinin ancak itaatsizlik olarak anlayabileceği şeylere ne zaman ayırır ne de ilgi gösterir. Gerçekten yetenekli olanlar —kendilerine özgü vizyonlarını (sanat) üretime taşıma eğiliminde ve becerisinde olanlar— Hyundai üretim hattı için Feng Shui’ye inanan Çinliler kadar engel teşkil etmektedir (Bir üretim hattını bozmak sabotajın orijinal anlamıdır).
Gösteri dünyasında bir seksek etkisi var; evrensel olabilir ama benim bildiğim tek hengâme buradaki. Girişimciler ve maceraperestler yeni olanın üzerine atlar. Bazıları başarılı olur ve yaratıcılar, aktörler, üçkağıtçılar ve haydutlar gelgit dönene kadar bir tür denge içinde var olabilirler.
Televizyonun gelişiyle birlikte yapımcılar izleyicileri çekmek adına ünlüleri aramaya başladılar ama aynı zamanda ucuza çalışmaları için ünsüzleri de işe aldılar. İlk televizyon senaryoları, her seferinde bir ya da birkaç tane olmak üzere, bireysel yazarlara (daha önce “yazarlar” olarak biliniyordu) devrediliyordu. Genelde sadece komedi programlarında yazar odası vardı. Kovboy filmlerinde yazar odalarına gerek yoktu ve Warner Television bunları sadece tema şarkılarıyla ayırt edilebilecek şekilde kendi arsalarında üretiyordu. The Industry’nin başarısıyla birlikte arazi değerleri de arttı. Paramount, Warners, Universal ve Fox’a ait film arsaları, filmlerin çekildiği arka bahçeleri küçülttü ya da ortadan kaldırarak nakde çevirdi (Century City, 20th Century Fox’un arka bahçesiydi).
Bağımsızlar daha sonra çekim yapmak için sokaklara ve kırlara çıktılar. 1975’te Steadicam’in icadıyla bu süreç büyük ölçüde kolaylaştı. Artık ağır kameraların hareket edebilmesi için “dans pisti” döşemek gerekmiyordu ve daha hassas film stoku detaylı ışıklandırma ihtiyacını azalttı. Böylece film yapımı önce Hollywood’dan uzaklaştı, sonra da sendikalar çekim yerlerinde sağlanan ekonomiye ayak uydurdukça ABD dışına taşındı.
Ben ilk ortaya çıktığımda, film müzikleri New York ya da Los Angeles’ta bir ses sahnesinde tam kadro bir orkestra tarafından kaydedilir, orkestra şefi de arkalarında tam boyutlu olarak yansıtılan filmi izlerdi. Bugün ise film müzikleri internet üzerinden ya da eşdeğeri bir Baltık ülkesindeki müzisyenler tarafından kaydediliyor, orkestra şefi de filmi iPhone’undan izliyor. Hollywood’da çalışan film müzisyenlerinin sayısı kırklı yıllarda binlerle ifade edilirken bugün neredeyse yok denecek kadar azaldı. Fakat yazarların sayısı arttı.
Müzik elbette evrensel bir dil (Disko hariç) ama İngilizce filmlerin yazarlığı yalnızca giriş seviyesinde İngilizce konuşma becerisi gerektirir. Dolayısıyla, kitlesel yayıncılık ve “içerik” tsunamileri çağında Hollywood’un yazarlara ihtiyacı var. Yazarlar Hollywood’da çalışıyor, buradaki kiralar artıyor ama maaşlar düşüyor. Bu, işçiler ile patronlar, sermaye ile emek arasındaki kadim çekişme.
Ancak işçiler her zaman zanaat ve sanayi sendikaları arasında bölünmüşlerdir. Şakacı Marx, işçinin satması gereken tek şeyin emek potansiyeli olduğunu söylemiştir. Bir madenci ya da pamuk fabrikasında çalışan bir kız için iyi ve güzel ama bir zanaatkârın, bırakın bir zanaatkârı ya da sanatçıyı, satacak daha fazla şeyi vardır: eşsiz yetenek ve becerisinin ürünleri ve Marksist olmak gerekirse, potansiyel güzelliği. Zanaatkârların montaj hattında çalışanlarla çok az ortak noktası vardır ama Hollywood’da aynı sendikalarda yer alırlar.
Sendikalara gelince, yaşamın içine evrilen her örgüt gibi, kendi hiyerarşilerini ve gündemlerini geliştirirler; bu gündemler işyeri yönetimininkilere işyeri tabanınınkilerden daha çok benzer. Sendika içindeki işyeri temsilcileri, delegeler ve müzakerecilerin mücadeleleriyle şekillenirler; hükümet temsilcilerimizde olduğu gibi, temsil etmek üzere seçildikleri şahıslardan ayrı, münzevi bir dünyada yaşarlar ve kontrolleri, yani manipülasyonları aracılığıyla güç toplarlar. Sendika liderliğinin yönetimle ilişkisi, Kongre’deki karşıt partilerin ilişkisine benzer. İfade ettikleri ya da gösterdikleri farklılıklar ne olursa olsun, birlikte golf oynarlar ve golf sahasında, geçinmeyi bu kadar zorlaştıran seçmenleri hakkında şikâyet eder ya da şakalaşırlar.
Taraflar arasındaki değişim bazen durağan görünebilir ama her zaman değişim halindedir. Daha yüksek ücretler sendika üyelerinin akınına neden olur, bu da sendikaya talepte bulunma konusunda daha fazla güç ve işe alım, “araştırma” ve benzeri bürokratik metastazları genişletmek ve davacılarının ve personelinin maaşlarını yükseltmek için daha fazla aidat sağlar. Başarılı ücret artışları, yönetimi kârları azaltmaya ya da modernizasyondan vazgeçmeye zorlar.
Ya da teknolojideki değişiklikler, yönetimi istihdamı azaltma girişiminde bulunmaya teşvik ederek sendikaları statükoda ısrar etmeye sevk edebilir. Bunu takip eden müzakereler kaçınılmaz olarak tüketiciye daha yüksek maliyetlerle sonuçlanır ve bu da üreticiyi zayıflatır. Son olarak, tüm müzakereler gibi bunlar da tişörtü üzerinde akılda kalıcı sloganları olan takımlar tarafından oynanan bir tavuk oyunudur: “Bunu hissedarlara borçluyuz”, “Bunu cesur sendikamıza ve şehitlerimize borçluyuz” (Aslında takımların maskotlarıdırlar).
Birleşik Otomobil İşçileri, 60’lı yıllarda örgütlü emek tarihindeki en zengin sözleşmeleri müzakere etmişti; işçiler ücretler ve emeklilik maaşlarında büyük avantajlar elde etmiş, ancak 20 yıl sonra, Amerikan Otomobil Üreticileri, sendikalar tarafından engellenmeyen ve otomasyon kullanma konusunda heyecanlı olan Japonların daha iyi bir arabayı daha ucuza üretebildiği ve böylece pazarı ele geçirdiği yerde, etkili bir şekilde üç set maaş ödüyorlardı.
Altına hücum madencilerinin çok azı zengin oldu. Büyük parayı kürekleri satanlar kazandı. Öte yandan, Avustralya’nın Aborijinleri 1780’de Avrupalılar gelene kadar binlerce yıldır gayet iyi durumdaydı. Yeni gelenler cahil vahşiler olarak gördükleri Aborijinlerin toprağı işlediğini, melezleme, gübreleme ve kontrollü yakma gibi yaratıcı teknolojilerle toprağı yönettiğini, su bulabildiğini ve tuhaf yerel faunayı hem yaşatabildiğini hem de tüketebildiğini gördüler. Avrupalılar bunların hiçbirini yapamadılar ve bir sonraki gemi gelene kadar aç kaldılar. Zorlayıcı gücü olsa da yaratma gücü olmayan bir teknoloji (ateşli silahlar) tarafından yerlerinden edilen Aborjinleri sürdüler, öldürdüler ya da köleleştirdiler.
Avustralyalı Aborjinlerin hasat yapıp yakma yöntemleri ilkel ya da muhteşem derecede etkili çevresel kontrol yöntemleri —büyüme ve çürüme döngülerinin anlaşılması yoluyla insanların beslenmesi için doğal süreçlerden yararlanma— olarak nitelendirilebilir. Yakılan arazilerin külü, sadece ekilen ürünlerin değil, besin kaynağı olan yaban hayatını çekmek ve desteklemek için filizlerin ve meyvelerin yeni büyümesi için toprağı gübrelemişti.
Benzer bir örnek, kasıtsız da olsa, otomobil endüstrisinde de görülebilir. Müttefik bombardıman uçakları hem Almanya’nın hem de Japonya’nın endüstriyel kapasitesini yok etti ve ardından Amerikan parası, Amerikan üretiminin demode tesisleriyle ve eski teknolojilere dayanan hantal iş sözleşmeleriyle rekabet etmek için onları yeni teknolojilerle yeniden inşa etti.
Soru: Teknolojik değişimler faydalı mıdır? Cevap: Kime, ne zaman? Radyo Vaudeville’i yok etti; bazı sanatçılar devam etti ama bu sadece bir süreliğine oldu (homo sapiens’in ortaya çıkmasıyla bazı Neandertallerin yaptığı gibi).
Yayıncılığın yaygınlaşması topluma fayda sağladı mı? Sonsuz internet mecrası, saman çöpünün çoğalmasına ve yazarların kaçınılmaz olarak merdiven altı işçi statüsüne indirgenmesine neden oldu. Yine de engellenen ilham her zaman bir çıkış noktası arayacaktır ve bu da günümüzde en kolay buzdolabı magnetlerinin yazımında bulunabilir, zira eğlendirmez, şok etmez ve keyif vermezlerse satın alınmazlar. Tüketicinin burada, endüstriyel eğlencede olmadığı gibi bir alternatifi var (aboneliği satın al ya da alıp bırak). Fakat bir kişi akşamı bir bardak votka eşliğinde bir buzdolabı magnetini takdir ederek geçiremez.
Tüm bunlar nasıl sona erecek? Bitmeyecek ama devam edecek, bitecek, bitmeyecek: insan fıtratının ortaya çıkan Grand-Guignol’ü, taşan vahşi bir nehir gibi, kontrolsüzce akıyor ve böylece kendi kıyılarını ve kanallarını oyuyor, alçak yerlerde bazıları uyum sağlıyor, kaçıyor ya da dua ediyor ve bazıları da kendilerini bağışık sanarak yüksek yerlerde piknik yapıyor, manzarayı seyrediyor ve birbirlerine Bir Şeyler Yapılması Gerektiğini telkin ediyor.
“En Eski Yol Arkadaşlarımız” için Pat Shipman’a teşekkür ederiz.