Çin gıda güvenliğine neden bu kadar takıntılı?
"Çin liderlerinin bir süre önce farkına vardığı şey, Avrupalı liderlerin ancak şimdi ayıkmakta olduğu aynı acı gerçektir."
Çevirmenin notu: Dünya nüfusunun hatırı sayılır bir kısmını barındıran Çin’in gıda ve su sorunlarına karşı aldığı agresif tedbirler tuhaf olmasa gerek. Fakat tek mesele, ülkenin emtia ithalatçısı olmasıyla açıklanmasa daha iyi olur; nitekim jeopolitik krizlerin yaratacağı etkileri değerlendirmeye alan Pekin, Tayvan’a askeri müdahale başlatılması ya da bu yönde adım atmak zorunda kalınması halinde başına gelecekleri detaylı bir şekilde inceliyor.
Çin gıda güvenliğine neden bu kadar takıntılı?
N.S. Lyons
1 Eylül 2022
Peki bu dünyanın geleceği hakkında ne söylüyor?
Çin gıda güvenliğine kafayı takmış durumda. Ne kadar takıntılı olduğunun farkında olmayabilirsiniz; hızla stok yapan Çin’in —dünya nüfusunun yüzde 20’siyle— yıl sonuna kadar dünyadaki mısırın yaklaşık yüzde 65’ini ve buğdayın yüzde 53’ünü biriktirmiş ve stoklamış olacağı tahmin ediliyor.
Çin liderlerine göre bu yeterli değil. Haziran ayında Çin Devlet Konseyi, gıda arzını daha da desteklemeyi ve fiyatları düşürmeyi amaçlayan acil tedbirler yayımladı, devasa tarım teşvikleri ve büyük lojistik yatırımları sözü verdi ve yerel yönetimleri daha da büyük devlet tahıl rezervleri biriktirmeye zorladı. Başbakan Li Keqiang (Çin’in 2 numaralı lideri) “hükümetin her kademesinin” bu yıl tarımsal verimi en üst düzeye çıkarmak için çalışması gerektiğini ve bunu yapmayan yetkililerin “sorumlu tutulacağı” tehdidinde bulundu. Gıda üretimi ve tarımın korunmasının artık en önemli ulusal güvenlik zorunluluğu olduğu kararını pekiştiren ulusal bir Gıda Güvenliği Yasası çıkarılmak üzere (yakında ulusal bir Enerji Güvenliği Yasası da yayımladı).
Neden bu kadar acele ediyorlar? Şimdi aptal olmadığınız için şöyle diyebilirsiniz: “Yok artık Sherlock Holmes: Ukrayna’daki savaş, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ve Kovid kapanmalarının trajik kalıcı sonuçları nedeniyle dünya, BM Dünya Gıda Programı başkanının kısa süre önce İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kötü iki yıllık gıda krizi olarak adlandırdığı döneme giriyor. 49 milyon insan açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya ve en az 323 milyon insan da ‘açlığa doğru yürüyecek’ kadar ‘akut gıda güvensizliği’ içinde, dolayısıyla Çinlilerin gıda konusunda endişelenmesi elbette makul.”
Bu konuda elbette haklısınız ve esasında önce tarihi bir sel felaketi, ardından da tarihi bir kuraklık yaşayan Çin, bu yıl da ülkenin tarım bakanının “tarihin en kötü durumu” olarak tanımladığı bir buğday hasadıyla karşı karşıya. Hepsi bu.
Ancak Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in gıda güvenliği konusundaki paranoyası mevcut krizin başlamasından çok öncesine dayanıyor. Ağustos 2020’de Şi, gıda israfını azaltmak amacıyla ülke çapında bir kampanya başlattı (“boş tabak operasyonu” olarak adlandırılmıştı) ve “gıda güvenliği konusunda kriz duygusunu sürdürme ihtiyacını” vurguladı.
Ardından Mart 2021’de yayımlanan, Çin’in 2021-2025 yıllarını kapsayan son derece önemli 14. Beş Yıllık Planı, gıda güvenliğini ulusal güvenlik açısından bir “ön koşul” olarak tanımladı ve ilk kez yılda 650 milyon ton tahıl ile ulusal bir gıda güvenliği hedefi belirledi. İlk kez 2007 yılında belirlenen 120 milyon hektarlık asgari tarım arazisi “kırmızı çizgisinin” sıkı bir şekilde korunmasına yönelik korumalar artırıldı. Hollandalı yetkililer, tarım arazilerine el koymak ve apartmanlar inşa etmek için protestocu çiftçileri vururken Çin yarım inşa edilmiş banliyöleri buldozerle yıkmak ve verimli tarım arazilerini ve su kaynaklarını tehdit eden kötü düşünülmüş güneş enerjisi çiftliklerini sökmekle meşgul.
Ağustos 2021’de parti, tohum endüstrisi için yeni bir eylem planını onayladı. Şi’ye göre, Çin’in “tohum kaynakları bağımsız ve daha iyi kontrol altında olmalı ve tohum endüstrisi teknolojisi kendine güvenmeli.”
Aralık 2021’de Çin, 2001’de DTÖ’ye girdikten sonra neredeyse tamamen terk ettiği soya fasulyesi yetiştirmek için ekilebilir arazi ayırmaya dönük iddialı planlar başlattı ve ilk kez genetiği değiştirilmiş (yerli) mahsulleri kullanmak da dahil önümüzdeki dört yıl içinde üretimi yüzde 40 artırmayı hedefledi. Şi, planla ilgili bir toplantıda üst düzey bir yetkiliye “Çin halkının pirinç kasesi her zaman kendi ellerinde olmalı ve bu pirinç kasesi esas olarak Çin mahsulünü içermelidir,” dedi.
Ardından bu yılın mart ayında Çin Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu, gübre stoklarının hızla artırılması konusunda talimatlar yayımladı. Şi, o ayki konuşmasının tamamını “gıda güvenliği konusundaki çabalarımızı en ufak bir şekilde gevşetmemeleri” için kadroları azarlamaya ayırırken Başbakan Li, “Dış ortamdaki belirsizliği istikrarlı yerli [tarımsal] üretimin kesinliği ile ele almalıyız,” diyerek ısrar etti ve “Bu, fiyatların, ekonominin ve tüm toplumun istikrarı için kritik öneme sahiptir,” dedi.
Ve bu yaz ve sonbaharda da devam edecekler. Ama tüm bunlara tam olarak ne sebep oldu?
Japon Nikkei gazetesinin kaynaklarına göre Çin’in istihbarat kurumları olan Kamu Güvenliği Bakanlığı ve Devlet Güvenliği Bakanlığı tarafından hazırlanan ve “Nisan ayında Çin kabinesi olan Devlet Konseyi’nde şok dalgaları yaratan” bir rapor bu konuda bir ipucu teşkil ediyor. Çin’in Tayvan’ı işgali karşısında ABD ve müttefiklerinin alabileceği yaptırım, abluka ve diğer tedbirleri analiz eden rapor, Çin’in en az bir kritik ulusal zayıf noktayla karşı karşıya olduğu sonucuna vararak, “Gıda kriziyle karşı karşıya kalma riski yüksek,” uyarısında bulundu.
Çin, dünya nüfusunun beşte birine ev sahipliği yapıyor olabilir ama dünyadaki ekilebilir arazilerin yalnızca yüzde 7’sini barındırıyor. Kentleşme, toprak ve suyun yaygın kirliliği nedeniyle Çin’de ekime uygun arazi oranı 2010 yılında yüzde 19 iken 2020 yılında sadece yüzde 13’e düştü. Dikkat çekici bir şekilde Çin, kısmen verimli üretim sayesinde birincil tahıl (buğday ve pirinç) ihtiyacının yüzde 95’ini üretmeyi başarıyor. Çin’in hektar başına buğday üretimi ABD’den neredeyse yüzde 50 daha yüksek (ancak dünyanın en verimli ülkesi olan Hollanda’nın neredeyse yarısı kadar).
Bununla birlikte Çin, gıda talebini karşılamak için giderek daha fazla ithalata bel bağlamak zorunda kaldı. Bu yüzde 5’lik eksik bile Çin’i hala dünyanın en büyük buğday ithalatçılarından biri yapıyor. Mısır ithalatının yalnızca yüzde 10’unu gerçekleştiren Çin, yine de dünyanın en büyük mısır ithalatçısı ve aynı zamanda en büyük arpa ve yağlı tohum ithalatçı (yılda 100 milyon ton ithal ediyor). En önemlisi Çin, yılda yaklaşık 120 milyon ton soya fasulyesi tüketiyor —neredeyse ABD’nin tüm soya fasulyesi mahsulü kadar— ancak bunun yılda 100 milyon tondan fazlasını veya uluslararası ticareti yapılan tüm soya fasulyesinin yaklaşık yüzde 62’sini ithal etmek zorunda. Bu ithalatın yaklaşık yüzde 30’u ABD’den, geri kalanının büyük kısmı ise Brezilya’dan geliyor. Soya olmadan (kendisi de Çin diyetinde önemli), Çin’in temel protein kaynağı olan devasa domuz eti endüstrisi (dünyanın açık ara en büyüğü) çökecektir.
Bu gıda ithalatının büyük çoğunluğu (Çin’in petrolünün yüzde 80’i ve diğer kaynaklarının çoğu gibi) Pasifik boyunca veya Hint Okyanusu boyunca uzun tedarik yollarından geçtikten sonra deniz yoluyla Çin’e ulaşıyor. Bu da onları ablukaya almayı ya da başka bir şekilde kesintiye uğratmayı son derece kolay hale getirecektir. Çin’in son on yılda tarım arazileri de dahil dünyanın dört bir yanındaki kaynakları satın alma çabalarının hiçbiri bu muammanın çözülmesine yardımcı olmadı.
Gerçek şu ki Çin, bir anlamda Rusya’nın tam tersi; enerji, gıda ve diğer emtiaların büyük ithalatçılarından biri, tüm bu kaynakları dışarıdan alıyor ve dünyanın sanayi ürünlerinin çoğunu dışarı pompalıyor. Bu da onu çok daha az kendi kendine yeter (fakat küresel ekonomi açısından çok daha önemli) kılıyor. Kısacası mevcut durumda Çin, Tayvan ya da başka bir mesele yüzünden ABD ile savaşa girerse, Çin’i küresel ekonomiden koparmanın düşmanlarına vereceği zarar bir yana, milyonlarca Çinli oldukça hızlı bir şekilde gerçek bir açlık riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Pekin bu tür maceralara kalkışmadan önce bu sorunu çözmek zorunda.
Ancak yine de Çin yıllardır gıda güvenliği konusunu takıntı haline getirmiş durumda, dolayısıyla bu yılın başlarında yayınlanan bu rapor tek neden olamaz. Çin liderleri elbette on yıllardır bu sorunun farkındalar. Bana göre tek sorun belirli bir büyük çatışma riski de değil. Asıl sorun bundan çok daha geniş ve derin.
Çin liderlerinin en azından 2018’de ABD-Çin ticaret savaşının patlak vermesinden bu yana kavramış göründükleri hakikat, küreselleşmenin altın çağının artık sona erdiği. Gerçek anlamda küresel bir pazar ve dünyayı saran tedarik zincirleriyle tanımlanan bu dönem, Soğuk Savaş sonrası hegemonik Amerikan gücü tarafından üretilen küresel düzenin geçici barışı üzerine inşa edilmişti. Şimdi bu küresel düzen parçalanıyor ve dünya ve bir zamanların küresel pazarı bloklara ve nüfuz alanlarına bölünüyor. Küreselcilerin hırslı çabalarına rağmen milliyetçilik ve bölgecilik her yerde kendini yeniden göstermeyi başarıyor. Bu ortamda karmaşık, dünyayı kapsayan tedarik zincirleri, artan (ve halihazırda kanıtlanabilir) riskler göz önüne alındığında yakında sürdürülebilir olmaktan çıkabilir. Bunun yerine, bölgesel ve ayrışmış tedarik zincirleri, daha kısa nakliye rotaları, yerleşik fazlalıklar ve daha fazla ulusal korumacılık ve kendi kendine yeterliliğin olduğu bir geleceğe doğru hızla ilerliyor gibi görünüyoruz. Bu her ne kadar gerekli olsa da her şeyi gezegenin bir köşesinden diğerine nakletmeye dayalı bir dünya ekonomisi için ciddi sonuçlar doğuracaktır.
2017 yılında Şi Cinping Davos’a gitti ve Çin’i dünyanın yeni küreselleşme şampiyonu olarak resmeden bir konuşma yaptı. Bu tümüyle mantıksız bir iddia değildi. Dünyadaki hiçbir ülke küreselleşmeden Çin kadar faydalanmadı. Küreselleşme, Çin’in tarihteki en hızlı ve geniş ölçekli sanayileşmeyi gerçekleştirmesini, yüz milyonlarca insanını yoksulluktan kurtarmasını ve bugün olduğu gibi neredeyse süper güç haline gelmesini sağlayan makine. Fakat 2020’den bu yana Şi, küreselleşmeyi kurtarmaya çalışmaktan büyük ölçüde vazgeçmiş ve kaçınılmaz olanı kabul etmiş görünüyor; öngörülebilir gelecek, Çin ile ABD arasındaki küresel bir mücadele ve kenarlardaki her girişimci fırsatçının eylemleri tarafından tanımlanacak. Bu nedenle Çin’in yeni öncelikli hedefi, Şi’nin defalarca “dünyada yüzyıldır görülmemiş değişimler” dönemi olarak tanımladığı bir ortamda “kendine güven” elde etmek.
Şi’nin mayıs ayında yayımlanan makalesinde belirttiği üzere, “uluslararası durum karmaşık ve ciddi” ve bu bağlamda “Gelecekte gıda talebi artmaya devam edecek ve arz ile talep arasındaki denge gittikçe daha sıkı hale gelecek.” Bu nedenle mart ayındaki konuşmasında da belirttiği gibi, Çin artık gıda güvenliği sorununu çözmek için “yalnızca uluslararası pazara bel bağlayamaz”.
Çin liderlerinin bir süre önce farkına vardığı şey, Avrupalı liderlerin ancak şimdi ayıkmakta olduğu aynı acı gerçektir.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iki hafta önce yaptığı konuşmada, “şu anda yaşadığımız şeyin bir tür büyük kırılma noktası ya da büyük bir altüst oluş olduğuna” inandığını belirterek, “Bolluk çağı gibi görünen bir dönemin sonunu yaşıyoruz... Her zaman mevcut gibi görünen teknoloji ürünlerinin bolluğunun sonu, su dahil toprak ve malzeme bolluğunun sonu,” demişti. Macron bu sözleriyle kamuoyundan anlaşılabilir bir tepki aldı, zira Macron’un maksadı yaşamaya çalışan sıradan insanları “fedakârlık yapmaya” alışmaya çağırmaktı, oysa kendisi ve diğer seçkinler elbette böyle bir şey yapmayacaktı. Fakat Macron, gerçek anlamda haklı olabilir; bolluk ve kolay yaşam çağı muhtemelen sona erdi, en azından on ya da üç yıl için.
Çin açıkça böyle düşünüyor ve bu yeni dünyada olduğu gibi yaşamaya hazır olmaya kararlı. Asıl rahatsız edici olan ise Batı’daki liderlerimizin çoğunun hala böyle düşünmüyor olması.
“Çin halkı aç kaldığından beri kaç gün geçti? Geçmişte kim aç kalmadı ki?” Şi, mart ayında yoldaşlarına yaptığı konuşmada bu soruyu sormuştu. Ama sonra, çoğu insan için “unutmak kolaydır,” demişti.