Batı'nın elitleri daimî krizi neden icat etti?
"Daimî kriz kavramının normalleşmesi, Batılı yönetici elitlerin meşruiyet ve otorite kaybına bir yanıt olarak anlaşılabilir."
Çevirmenin notu: 2000’lerin başından bu yana ABD ve öncüsü olduğu ülkeler sürekli bir kriz durumundan ve alınması gereken tedbirlerden bahsediyor. Ve krizlerin sonu gelmiyor; geçen on yılda terör ve mali kriz, sonrasında tekrar terör, pandemi vardı ve şimdi de savaş var. Krizlerin çözümüne dair yöntemin uluslar üstü kurumlar tarafından geliştirilmesi ve ulus devletlerin tasfiye edilmesi konusunda bir ısrar söz konusu ve ayrıca, krizlerle birlikte insanların her türlü hakkının gasp edilmesinin mübah hale getirildiği bir kandırmaca mevcut. İtalyan yazar Fazi, Batılı akademi camiasının yeni icat ettiği “daimî kriz” kavramını incelemiş.
Batı’nın elitleri daimî krizi neden icat etti?
Thomas Fazi
26 Eylül 2023
Savaş, iklim değişikliği, ekonomik resesyon, siyasi kutuplaşma; bugünlerde kriz sıkıntısı yok gibi görünüyor. Sahiden de durum o kadar tehlikeli ki, nadiren histerik olan Financial Times geçen yıl “polikriz”i yılın sözcüklerinden biri olarak seçti ve “bileşik etkileri olan, genel etkisi her bir parçanın toplamını aşacak şekilde birbiriyle ilişkili küresel riskler kümesi” olarak tanımladı. Bu kavram ilk olarak Adam Tooze tarafından popüler hale getirildi ve o zamandan bu yana Dünya Ekonomi Forumu tarafından da destekleniyor. BM ise “üst üste gelen krizler”den bahsetmeyi tercih ediyor.
Tüm bu bahisler ürkütücü derecede tanıdık geliyorsa, nedeni bu. İçinde bulunduğumuz “daimî kriz”, Brexit ve Avrupa’nın göçmen krizi gibi daha yerel “krizlerin” yanı sıra, 11 Eylül sonrası küresel terörizm kriziyle çakışan 2008 sonrası mali krizden önce gelen küresel pandeminin hemen ardından geliyor. Geçtiğimiz yirmi yıla dönüp bakıldığında, dünyanın yarı-daimî bir kriz durumuna —ya da analistlerin ve sözlüklerin ifade etmekten hoşlandıkları gibi bir “daimî kriz” durumuna— saplandığı sonucuna kolayca varılabilir.
Belki de Permacrisis (Daimî Kriz), eski Maliye Bakanı Gordon Brown’ın, Queens’ College rektörü ve Allianz’ın eski baş ekonomi danışmanı Mohamed el-Erian ve Stanford Üniversitesi’nde yönetim profesörü olan Michael Spence ile birlikte yazdığı yeni kitabı için mükemmel bir başlık oldu. Brown, Erian ve Spence, “Bu dönemi olağandışı kılan şey, etrafımızda dönen iktisadi dönüşümlerin çok boyutlu tabiatı, yoğunluğu ve karmaşıklığının [savaş, enflasyon ve iklim değişikliği gibi zorluklar] azalma belirtisi göstermeyip, sadece hızlanması. Daimî krizde olan budur,” diye yazıyorlar.
İlk bakışta bu analiz tartışmasız, hatta önemsiz derecede kör göze parmak görünebilir. Hiç kimse dünyada herhangi bir zamanda çok sayıda kriz yaşandığı fikrini sorgulamayacaktır. Fakat bunun her zaman böyle olduğu da iddia edilebilir; özellikle de Küresel Güney’de yaşayan milyarlarca insanın perspektifinden bakıldığında. Bu nedenle şu soruyu sormak mantıklı görünüyor: “kriz” kelimesinin bu takıntılı kullanımı sadece benzersiz derecede kötü bir durumun kabulü mü? Yoksa burada daha fazlası mı söz konusu?
Kovid-19 salgınından önce bile, bazı eleştirel akademisyenler son yıllarda krizin “her doğal afetin, her iktisadi krizin, her askeri çatışmanın ve her terör saldırısının hükümetler tarafından ekonomilerin, sosyal sistemlerin ve devlet aygıtlarının dönüşümünü radikalleştirmek ve hızlandırmak için sistematik olarak istismar edildiği bir yönetim biçimi” haline geldiğini öne sürmüştü. Naomi Klein, 2007 tarihli The Shock Doctrine (Şok Doktrini) adlı kitabında “felaket kapitalizmi” fikrini, yani toplumsal korku ve yönelim bozukluğu anlarında toplumları yeniden yapılandırmanın daha kolay olduğu fikrini incelemişti.
Bu tür analizleri bir adım daha ileri götürerek, günümüzün daimî kriz ya da acil durum anlatısının “bir yönetim biçimi olarak kriz”de niteliksel bir değişimi temsil ettiğini ileri sürebiliriz; bu artık krizlerin istismarıyla sınırlı olmayan, krizlerin fiilen üretilmesine olmasa bile krizin kendisinin sürekli olarak çağrıştırılmasına dayanan bir kriz. Böyle bir sistemde “kriz” artık normdan bir sapmayı temsil etmez; normdur, tüm politikalar için varsayılan başlangıç noktasıdır. Bu elbette bir paradoks yaratıyor. Antropolog Janet Roitman, Anti-Crisis (Anti-Kriz) adlı kitabında “krizi çağrıştırmanın bir norma atıfta bulunmayı gerektirdiğini, zira yargı için karşılaştırmalı bir durum gerektirdiğini belirtiyor: neye göre kriz?” Fakat günümüzdeki kullanımı, krizin kendisinin norm haline geldiği sonsuz bir durumu ima ediyor. Dolayısıyla, Roitman’ın da sorduğu üzere: “Süregelen bir kriz durumundan söz edilebilir mi? Bu bir oksimoron değil midir?”
Bu anlamda, daimî kriz kavramının normalleşmesi, Batılı yönetici elitlerin meşruiyet ve otorite kaybına bir yanıt olarak anlaşılabilir. Maddi ya da ideolojik anlamda toplumsal uzlaşı ya da hegemonya yaratamayan ve başta Çin olmak üzere yeni küresel güçlerin yükselişiyle giderek daha fazla tehdit altına giren bu elitler, iktidarda kalmak ve otoritelerine dönük meydan okumaları bastırmak için hem ülke içinde hem de ülke dışında giderek daha baskıcı ve militarist tedbirlere başvurmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla bu tür tedbirleri haklı çıkarabilecek az ya da çok sürekli bir kriz durumuna, başka bir deyişle daimî krize ihtiyaç duyuluyor.
Süregelen krizin bu “yeni normalinin” temel özellikleri neler? Her şeyden önce, toplumlarımızı artık istikrarlı bir kurallar, normlar ve kanunlar dizisi etrafında organize edemeyeceğimiz fikrinin genel kabul görmesi. Aksine, sürekli yeni tehditler —terör, hastalık, savaş, doğal afetler— sürekli değişen kalıcı istikrarsızlık senaryosuna hızla adapte olmaya hazır olmamız gerektiği anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, genelde Batı liberal demokrasileriyle ilişkilendirilen parlamenter siyasetin incelikli kamusal tartışmalarını ve karmaşıklıklarını artık göze alamayacağımız anlamına geliyor; hükümetlerin kararları hızlı ve etkili bir şekilde uygulayabilmeleri gerekir. Dolayısıyla bugün Batılı liderler, “yanlış/dezenformasyon” ile mücadele adına —ki bu genellikle resmi söylemle çelişen herhangi bir şey oluyor— çevrim içi ifade özgürlüğünü kısıtlama ihtiyacını açıkça daimî kriz çağımızla ilişkilendiriyor.
Daimî kriz aynı zamanda her türlü orta vadeli planlamanın, geleceğe yönelik her türlü vizyonun —ister bireysel ister kolektif düzeyde olsun, ki ikincisi tarihsel olarak toplumsal ilerlemenin ana itici gücü olmuştur— beyhude olduğu anlamına gelir: bunun yerine zamanın “düşmanına” karşı mücadeleye odaklanmak, hiç bitmeyen bir kriz, sürekli bir şimdiki zamana sıkışıp kalmak demektir. Ayrıca, bize söylenene göre gerçeklik, onu herhangi bir kolektif irade biçimine göre şekillendirmeyi ummak için fazla karmaşık ve öngörülemezdir.
Bu, kriz kavramının şimdiye dek tanımlanma biçimindeki radikal değişimi temsil ediyor. Tarihsel olarak “kriz”, genelde fırsat ve hatta ilerleme fikriyle ilişkilendirilir. Daimî kriz ise bu anlayışın çağdaş tersine çevrilmiş halini temsil eder; zira daha fazla ilerleme fikrini engeller, bunun yerine sürekli olarak zorlaşan ya da kötüleşen bir durumu — asla çözülemeyecek, sadece yönetilebilecek bir durumu— ifade eder. Bu anlatı, her ne kadar çözüm odaklı ve geleceğe dönük gibi görünse de ne yaparsak yapalım dünyanın sonunun geldiğini ima ettiğinden, aslında örtük olarak nihilist ve depolitize edici.
Albert Hirschman, The Rhetoric of Reaction (Tepkinin Retoriği) adlı kitabında “geleceksizlik tezi”nden, karşı karşıya olduğumuz sorunların büyük olduğuna ve bunları çözmeye yönelik her türlü teşebbüsün kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanacağına dair kaderci bir inanç nedeniyle siyasi eylemin reddedilmesinden söz eder. Bu umutsuz, kıyametçi çizginin tersi, iklim değişikliği ve daha geniş ekolojik kriz etrafındaki tartışmalarda bilhassa belirgin: baskın anlatı, her türlü otoriter müdahale de dahil olmak üzere “gezegeni kurtarmak” adına her şeyin mübah olduğunu ima eder. Sonuçta, Dünya’daki yaşamın devamlılığı söz konusuysa, demokratik tartışma ve müzakerenin karmaşıklığının gerekeni yapmanın önünde durmasına izin veremeyiz. Daimî kriz savunucularının, pek çok krizin küresel niteliğinin, bunların ancak küresel düzeyde, yani Avrupa Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslarüstü kuruluşlara giderek daha fazla güç aktararak çözülebileceği anlamına geldiği konusunda ısrar etmeleri tesadüf değil.
Daimî kriz tam da bu noktada devreye giriyor. Yazarlar, en azından 2008’den bu yana duyduğumuz alışılagelmiş çözümlerin —üretkenliği artırmak için dijital devrimden faydalanma ihtiyacı, daha iyi ekonomi yönetimi, politika oluşturmaya daha “adil” bir yaklaşım— yanı sıra, kitabın odak noktasının büyük bir kısmını “küreselleşmeyi ve küresel düzeni yönetmek için yeni bir çerçeveye” duyulan ihtiyaca ayırıyor. Bu, ülkelerin “ulus devlet egemenliğine ilişkin geleneksel varsayımları” yeniden düşünmeleri ve “biraz özerklikten vazgeçmeye” hazır olmaları gerektiği anlamına geliyor; Batı’da yaşadığımız sorunların çoğunun tam olarak egemenlik ve demokrasinin aşınmasına ve özel ve şirket çıkarlarına tabi hesap vermeyen uluslararası ve uluslarüstü kuruluşların yükselişine atfedilebileceğini düşünürsek, olağanüstü bir iddia.
Yazarların uluslararası sistemin reforme edilmesine dönük önerileri de bir o kadar açıklayıcı. Yeni kurumlara ihtiyacımız olmadığını, bunun yerine Batı liderliğindeki mevcut kurumları (G20, IMF, Dünya Bankası, vb.) daha demokratik ve başta Çin olmak üzere Batılı olmayan güçleri daha fazla temsil eder hale getirmek için reforma odaklanmamız gerektiğini savunuyorlar. Bahsetmeyi unuttukları şey, Çin ve diğer ülkelerin on yıldan uzun bir süredir talep ettikleri reformun tam da bu türden bir reform olduğu, fakat bunun Batı tarafından sistematik olarak görmezden gelindiği ve Çin karşıtı saldırgan bir politika benimseyen tarafın ABD liderliğindeki Batı olduğu. İşte bu nedenle Batı dışındaki ülkeler, Çin liderliğindeki BRICS blokunun şemsiyesi altında, kendi uluslararası kurumlarının inşasına öncülük ediyorlar.
Ancak küresel düzendeki mevcut kırılmanın nedenlerinden —yani Amerika’nın gerileyen küresel hegemonyasını korumaya yönelik umutsuz çabasından— bahsetmeksizin daimî kriz kisvesi altında “daha işbirlikçi bir küresel düzen” çağrısında bulunmak en iyi ihtimalle samimiyetsizliktir. Daha da önemlisi bu, daimî krizin temel bir özelliğini, özellikle Batılı bir olgu olduğu gerçeğini vurguluyor.
Nihayetinde daimî kriz, bir “yönetim biçimi” olmanın ötesinde Batılı seçkinlerin paniğini çok iyi özetliyor: tehdit altında olan kendi küresel düzenleri, küresel besin zincirindeki hâkim konumları. Brown ve yazar arkadaşlarına varoluşsal bir kriz gibi gelen şey —Batı’nın egemenliğindeki “uluslararası kurallara dayalı düzenin” ölümcül düşüşü— Batı dışındaki dünyanın çoğu tarafından bir fırsat olarak görülüyor. BRICS blokunun umutsuz daimî kriz anlatısına katılmamasının nedeni, gezegenin karşı karşıya olduğu zorlukların farkında olmamaları değil, mevcut durumu dünyanın sonu olarak görmemeleridir. Bilakis bunu, yeni bir dünyanın doğuşu olarak görüyorlar.