Afrika'nın egemenlik arayışı
"Afrikalılar neoliberalizmin son kullanma tarihinin onlarca yıl önce geçtiğini düşünüyor. Eğitimli bir kentliye IMF ya da Dünya Bankası'ndan bahsedin, tiksintinin ne demek olduğunu anlayacaksınız."
Çevirmenin notu: Fransız varlığına karşı kitlesel protestolar artık Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinde yaygın. Bu protestolar, büyük ölçüde bu ülkelerdeki siyasi aygıtların Fransız destekli kleptokrasiler tarafından aşındırılmış olması nedeniyle, doğrudan sivil iktidar geçişleriyle sonuçlanamadı. Bunun en iyi örneği 1967’den 2023’e kadar Gabon’u yöneten ve ülkenin petrol zenginliğini sömüren Bongo ailesi; Omar Bongo 2009’da öldüğünde Fransız siyasetçi Eva Joly onun ülkeyi kendi yurttaşları değil, Fransa hilafına yönettiğini söylemişti.
Bu ülkelerdeki sendikalar, köylü örgütleri ve sol partiler kendilerini gösterebilmiş olsalar da Fransız karşıtı yurtseverliğin yükselişini sırtlanamadılar.
Fransa, NATO’nun iki yıl önce Libya’da başlattığı savaşla birlikte serbest bıraktığı güçleri kontrol altına almak için 2013 yılında Mali’ye askeri müdahalede bulundu. Bu radikal İslamcılar Mali topraklarının yarısını ele geçirdi ve ardından 2015 yılında Burkina Faso’ya saldırmaya başladı.
Fransa müdahale etti ama ardından bu Sahel ülkelerinin ordularının askerlerini Libya’da desteklediği radikal İslamcı güçlere karşı ölmeye gönderdi. Bu askerler arasında büyük bir öfke yarattı.
Nijer’deki darbenin ardından Batı, Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) öncülüğünde bir vekil güç göndermeyi umdu ancak Afrikalı askeri liderler buna karşı çıktı.
Hatta Nijerya Devlet Başkanı ve ECOWAS’ın başkanı Bola Ahmed Tinubu, ülkesindeki Kongre’nin işgali reddetmesi ve komşu ülkeye askeri müdahalede bulunulmasına karşı kitlesel protestoların yaşanması üzerine karardan geri adım atmak zorunda kaldı. ECOWAS’ın devrik Nijer lideri Muhammed Bazum’u görevine döndürmek için verdiği ültimatomların süresi dolduğunda, tehdidinin boş olduğu anlaşıldı.
Bu arada Nijer halkının herhangi bir askeri müdahaleye direneceği anlaşılmakla kalmadı, Burkina Faso ve Mali de derhal Nijer’i böyle bir müdahaleye karşı savunma sözü verdi.
Afrika’nın egemenlik arayışı
Toby Green
15 Eylül 2023
2021’den bu yana Batı ve Orta Afrika’nın büyük kısmında askeri darbeler hükümetleri devirdi. Darbe dalgası Çad’da (Nisan 2021) başladı, ardından Mali (Mayıs 2021), Gine (Eylül 2021), Burkina Faso (Ocak ve Eylül 2022), Nijer (Temmuz) ve son olarak da bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten Bongo ailesinin iktidardan uzaklaştırıldığı Gabon’a yayıldı. Bunların tamamı eski Fransız sömürgeleri, dolayısıyla bu olaylar zinciri, Fransa’nın kontrolündeki ortak para birimi CFA ve Fransız askeri üslerinin varlığıyla tanımlanan Françafrique’de hâkim olan sömürge sonrası anlaşmanın krizde olduğunu gösteriyor.
Seçilmiş liderlerin devrilmesi genelde yaygın bir kamuoyu onayı ile karşılandı ve bunun başlıca istisnası da oldukça manidar. İktidarın ele geçirilmesine karşı büyük protestoların yaşandığı Çad’da darbe, 30 yıldan uzun bir süredir iktidarda olan babası Idriss’in ölümünden sonra Mahamat Déby tarafından yönetilmişti. Başka bir deyişle, Çadlılar darbe olduğu için değil, son askeri darbeleri kutlayan komşu ülke vatandaşları gibi eski elitlerden kurtulmak istedikleri için protesto ettiler.
Siyasi bağımsızlıktan altmış yıl sonra, demokratikleşme ve kalkınma vaatlerinin halkların büyük çoğunluğu açısından yetersiz faydalar sağladığı Batı liderliğindeki küresel düzen, Afrika’yı hayal kırıklığına uğrattı. Bu noktada darbe dalgası Küresel Güney’den gelen bir başka hikayeyle kesişiyor: BRICS ülkelerinin artan nüfuzu, son zamanlarda dolar hegemonyasına alternatifler geliştirme konusunda çeşitli teşebbüslerde sergileniyor (Örneğin Hindistan ve Suudi Arabistan, rupi cinsinden ilk petrol anlaşmasını imzaladı). Afrika açısından kredi piyasasının kontrolünü ele geçirmek, anlamlı bir dekolonizasyonun ön koşulu. Dolardan arınma da bunu sağlayabilir ama bu sadece doların yerine yuan ya da rublenin konulması anlamına gelmiyor.
Afrika’daki mevcut düzensizlik, 1970’lerin sonundaki petrol krizinden bu yana kırk yıllık neoliberalizmin kıtaya getirdiği kaosla kıyaslanamaz bile. Tek kutuplu Amerikan ve Batı Avrupa hegemonyasının yükselişi, barış ve refah getirmek bir yana, yoksulluğa, açlığa, yerleşik yolsuzluğa ve tabii kaynakların yağmalanmasına yol açtı. Şu anda kıta genelinde patlak veren halk öfkesi bunun kaçınılmaz sonucu.
Daha önceki egemenlik projelerinin çöküşünü değerlendirmenin bir yolu, kıtanın ilk bağımsızlık liderlerinin son derece önemli bir rol biçtiği Afrika üniversitesi. Amílcar Cabral, Kwame Nkrumah, Julius Nyerere ve Léopold Senghor gibi yazar, şair ve filozoflar bu liderlerin pek çoğunu oluşturuyordu. Afrika uluslarının ancak bağımsız bir fikir çerçevesi ile gerçekten özerk olabileceklerini biliyorlardı. Devrimci entelektüel ve bağımsızlık lideri Nkrumah, 1963 yılında Gana’nın Legon kentinde Afrika Çalışmaları Merkezi’nin açılışını yaparken şunu ilan etmişti: “Gana’nın ve Afrika’nın tarihi, kültürü ve kurumları, dilleri ve sanatları, sömürge döneminin önermelerinden ve varsayımlarından tamamen bağımsız olarak, Afrika merkezli yeni yollarla [incelenmelidir]”.
Gabon'da 56 yıllık Bongo hanedanlığı ve Fransız sömürgeciliğinin sonu
"Fransız politikacıların Gabon'a gidip bir bavul dolusu parayla dönmeleri alışılmadık bir şey değildi."
Nkrumah bu vizyonu gerçeğe dönüştürmek için epey çaba sarf etti. Asante imparatorluğunun eski başkenti olan ve Akra’nın kuzeyine arabayla yaklaşık dört saat uzaklıktaki Kumasi’de, yerel şeflerle birlikte çalışarak geniş bir arazi satın aldı ve burada yeni üniversitenin (bugün Nkrumah’ın adını taşıyan) açılışını yaptı. Burası hala etkileyici bir kampüs, 1960’lardan bu yana 10 kat büyüyen bir şehirde yemyeşil bir inziva yeri, atletizm pisti, tarım öğrencilerinin eğitimi için bitki fidanlıkları ve öğretim üyeleri için zarif villalarla tamamlandı. Tüm bunları Kumasi’de yapmak, siyasi gücü kalıtsal Asante kraliyet ailesi tarafından sevilmeyen Nkrumah’ın bir niyet beyanıydı.
Fakat Nkrumah uzun ömürlü olmadı ve 1966’da CIA destekli bir darbeyle devrildi. Ve bu ilk bağımsızlık dalgasında, anlamlı bir Afrika egemenliği adına verilen mücadelenin odak noktaları sürekli değişti. 1960’ların sonu ve 70’lerin başında, merkez üssü küçük bir ülke olan Gine-Bissau’ydu. Bu ülkenin bağımsızlık mücadelesi, Portekiz’deki Estado Novo diktatörlüğüne son veren Karanfil Devrimi’nde kayda değer bir rol oynadı. Gine-Bissau’nun bağımsızlık savaşı sırasında siyasi lider Amílcar Cabral küresel bir üne kavuştu. Nkrumah gibi Cabral da dekolonizasyonun bağımsız bir Afrika entelektüel ve kültürel alanının geliştirilmesini gerektirdiğine inanıyordu. Bir tarım uzmanından özgürlük savaşçısına dönüşen Cabral, Ocak 1973'te Conakry’de suikast sonucu öldürüldü.
Cabral’ın ölümünden bir yıl sonra Gine-Bissau’ya bağımsızlık geldiğinde, Ulusal Çalışma ve Araştırma Enstitüsü veya INEP, ülkenin sözlü tarihlerini geliştiren bir dizi projeye öncülük etmek üzere kuruldu. Bissau’daki araştırma merkezi Batı Afrika’nın dört bir yanından ve ötesinden akademisyenler tarafından ziyaret edildi. Ancak INEP zaman içinde koşulların kurbanı olacaktı. 1970’lerin parlak günleri, önce petrol krizi, ardından da eski bir bağımsızlık savaşı komutanı olan Nino Vieira’yı yeni lider olarak atayan bir darbe ile hızla gölgelendi.
Vieira, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından 1994 yılında yapılan seçimlerle demokrasiye geçişe öncülük etti. Fakat 1998’de Senegal’in güneyindeki komşu (Gine-Bissau’nun uzun tarihsel bağları olan) Casamance eyaletindeki isyancılara silah kaçakçılığı konusundaki çatışmalarla ilgili olduğu söylenen bir iç savaş çıktı. Vieira’yı destekleyen Senegal güçleri, INEP’i askeri kışla olarak kullanıyordu. INEP’in yerleşkelerinin askeri eğitim kampına dönüştürülmesi, direktörü Peter Karibe Mendy’nin önceki on yıl boyunca özenle oluşturduğu sözlü tarih arşivini yok ederken, 18. yüzyıla kadar uzanan tarihi belgeler de çöpe atıldı.
Mayıs 2011’de INEP’i ilk kez ziyaret ettiğimde, bu trajedinin çok daha büyük bir krizin parçası olduğuna şahit oldum. Enstitünün okuma odası yaygın olarak kullanılıyordu ama hızlı bir bakış kitap alımının 1980’lerde durduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Demokratikleşme dönemi, düşünce ve entelektüel alışveriş yollarını özgürleştirmek bir yana, bunu yapmak için kullanılabilecek tüm fonların tamamen kan kaybettiği bir döneme denk gelmişti. Bunun nedenini anlamak için fazla düşünmeye gerek yoktu: Ülkenin büyük ortağı SSCB’nin çöküşünü, petrol krizinden kaynaklanan borçları ödemek için devletin içini boşaltan Batı’nın dayattığı yapısal uyum politikalarının yükselişi izlemişti.
Afrika kamu kurumlarının yıkımı Batılı paydaşlara olumlu bir ışık altında sunuldu. Varlıkların çalınmasını “kapasite geliştirme” olarak maskeleme sanatı, çok az insanın —kesinlikle kent merkezindeki restoranlarda üç saatlik öğle yemeklerinin tadını çıkarmak için “riske girme parası” alan BM yetkilileri değil— gerçekle ilgilendiği anlamına geliyordu. Şimdi, Cenevre, New York ya da Washington’daki yöneticilerine liberal demokrasinin başarısı ile ilgili raporlarını ballandıra ballandıra anlatabilirlerdi.
Gine-Bissau, dünyanın herhangi bir yerinden haftada en fazla yedi tarifeli uçuş alan izole bir ülkeydi ve hala da öyle. 2011 yılındaki seyahatimde, Bissau’dan Angola’ya mükemmel uçuş bağlantılarından heyecanla bahseden, iktidar partisiyle yakın bağları olan bir kişiyle tanıştım: Dakar üzerinden Cape Verde’deki Praia’ya uçabilir ve orada ertesi gün Luanda’ya aktarma için bekleyebilirsiniz. Tepemizde bir jet izi gördüğümde ve şaşkınlığımı ifade ettiğimde birisi, “Muhtemelen bir uyuşturucu tüccarına aittir,” diye cevap vermişti. Bağışçılar açısından bir Afrika ülkesinin imajının küratörlüğünü yapan boş laflar ayrı, Afrikalıların kendi deneyimlerini aşındıran öfke asidi ayrı şeylerdi.
INEP’e 2017’deki bir sonraki ziyaretimde, Sierra Leone’deki Freetown’dan “doğrudan” uçtum, bu Kazablanka’da uzun bir aktarma ile 24 saat süren 500 millik bir yolculuktu. Freetown, Afrika2daki en eski modern üniversite olan Fourah Bay College’a ev sahipliği yapıyor. 1827 yılında kurulan üniversite, 20. yüzyılda Anglofon Batı Afrika’da yönetici, yazar ve doktor yetiştiren önemli bir merkez oldu. Bugün de üniversitenin Kennedy Kulesi bağımsızlığın parlak günlerini ve üniversitelerin ulus olma projesindeki önemini hatırlatıyor. FBC’de beni kütüphanenin bodrum katına götürdüler; buradaki odalar tozla kaplıydı ve o kadar karanlıktı ki raflardaki kitapları okumak için cep telefonu feneri kullanmak zorunda kalıyordunuz, Bissau’da olduğu gibi on yıllardır hiç kitap alınmadığı belliydi.
Bugün pek çok Afrika ülkesinin yollarında ilerlerken şaşırtıcı sayıda reklam panosuyla karşılaşıyorsunuz. Pek çoğu eski görünüyor, yazıları solmuş. Size falanca projenin Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği ve benzeri ortaklar tarafından finanse edildiğini söylerler. O zaman kafanız karışır, zira söz konusu yer, gereksiz bir reklam panosunun dikilmesi dışında herhangi bir projeden yararlanmış gibi görünmez. Bu arada, orada yaşayanlar için hayat her zaman olduğu gibi devam ediyor. Bir arkadaşım bunu bana şöyle ifade etti: “Unutmamıza izin vermiyorlar, yıllarca bu gereksiz reklam panolarıyla çevrili olarak hatırlatılmak zorundayız.”
Peki bu şekilde anılan yardım projelerinin akıbeti ne? Hikâyenin genelde iki tarafı var: projenin kendisi ve sonrasında yaşananlar. Sahel Batı Afrika’sında bir hükümet yetkilisi, yakın zamanda bana dahil olduğu bir Dünya Bankası projesinde neler olduğunu anlattı. Bu proje, ülkesindeki önemli bir turizm alanının tamamen yenilenmesini öngören 60 milyon dolarlık bir girişimdi. Fakat bu krediden gelen paranın çoğu Afrika’ya hiç girmedi ve bunun yerine Batı ekonomilerine geri akıtıldı.
İlk olarak, Dünya Bankası tarafından belirlenen Alman danışmanların masrafları vardı. İlk toplantılardan birinde danışmanlık şirketi, danışmanın alacağı günlük 750 dolarlık maaşın (kirasız konaklama ve şoförlü bir araçla birlikte), yıllık ortalama ulusal ücretin neredeyse iki katı olduğu bir ülkede yeterli olmadığını söyleyerek öfkesini dile getirdi. Buna ek olarak, danışman (ve eşi) için yıllık iki dönüş uçuşu, konaklama için kiralanan lüks villa ve operasyonları izlemek için Land Cruiser’lar vardı. Elbette yerel ofis için tost makinesi ve ülkedeki hiç kimsenin kullanmayı hayal bile edemeyeceği diğer lüksler gerekiyordu. Bir de Almanya’daki şirketin projeyi “kolaylaştırmaya” dönük idari masrafları vardı.
Arkadaşımın söylediğine göre, tüm bunlar hesaba katıldığında, kredinin üçte ikisi Avrupa’ya geri gitmiş ve ülkede hiçbir şey yapılmamış. Bu alışılmadık bir durum değil: Politik ekonomist Carlos Oya, çoğu “yardım” bütçesinin yaklaşık yüzde 80’inin Batı’nın operasyonel maliyetlerinde kullanıldığını göstermişti. Bu turizm projesinde işleri daha da kötüleştiren şey, 60 milyon dolarlık krediye ek olarak hükümetin 6 milyon dolarlık —arkadaşımın bana söylediğine göre, dışarıdan gelen yönetim ekibi denklemden çıkarılsaydı, yerel maliyetler ve maaşlar göz önüne alındığında projenin büyük bir kısmını tamamlamak için fazlasıyla yeterli olacak bir miktar— bir katkı yapması gerekmesiydi. Bunun kıymetli bir proje olduğuna kimin nasıl karar verdiği belli değildi; yine de yerel yetkililer bunu kabul etmekten başka “alternatifleri olmadığını” düşünüyorlardı.
Nijer darbesi Bonapartist bir viraj aldı
"Nijer devrimci bir durumdan ziyade 'dağınık' bir durumla karşı karşıya."
Bu tür kredilerin geri ödenmesi gerekir ve bedeli yıkıcı olabilir. 1980’lerden bu yana Senegal, Gambiya, Gine, Cabo Verde ve Moritanya gibi ülkeler uluslararası kredileri geri ödemek için Çin, Rusya ve Avrupa Birliği’nden trol teknelerine balıkçılık hakkı vererek para topladı. Sonuç, balıkçılık stoklarının yok olması ve gıdanın azalması oldu. 2001 yılına gelindiğinde araştırmalar, AB filolarının aşırı avlanması nedeniyle Moritanya ve Senegal’deki balık avında düşüş olduğunu gösteriyordu. Bugün Senegal’de ulusal yemek olan tchebidjen’deki balıkların boyutu, 1995’te ülkeyi ilk ziyaret ettiğim zamankinden bariz biçimde daha küçük. Balıklar küçük ve kılçıklı olma eğiliminde, okyanustan değil nehirlerden yakalanıyor. Bu pek de şaşırtıcı değil, zira bu geniş çaplı eğilimlerin önemli bir sonucu Atlantik balık stoklarındaki çöküş oldu.
Bu anlaşmalara öncülük eden ve ilkini 1979 yılında Senegal ile imzalayan Avrupa Birliği oldu. Dahası, araştırmalar beyan edilen av miktarlarının bu ticaret “ortakları” tarafından gerçekte alınan miktarların sadece küçük bir kısmı olduğunu gösteriyor. 2015 yılında PLOS One tarafından yapılan bir araştırmaya göre 2000 ile 2010 yılları arasında Avrupa Birliği 1 milyon 836 bin 900 ton balık avlamış ancak bunun sadece 524 bin 300’ünü, yani yüzde 29’unu beyan etmişti. Senegal’de, o on yıldaki balıkçılık anlaşmaları, yasa dışı balıkçılık dahil edildiğinde, AB’nin avlarının yalnızca yüzde 19,5’ini ve Çin’in yüzde 2’sini kapsıyordu. 2014 yılı itibariyle, sadece Senegal’den yapılan düzensiz balıkçılık ihracatının ülkeye yıllık 300 milyon dolara mal olduğu tahmin ediliyor.
Yoksulluk ve açlık, göçün artmasında etkili olan bariz sonuçları. Umutsuz Afrikalıların İspanya’nın Tenerife ve İtalya’nın Lampedusa adalarına göç girişimleri 1990’lardan bu yana toplamda yüzde 50’den fazla, bazı ülkelerde ise yüzde 200’den fazla artış gösterdi. AB’nin balıkçılık politikası ile göçteki bu katlanarak artış arasındaki ilişki ve konunun Avrupa’nın iç siyasetindeki önemi göz önüne alındığında, balıkçılık politikasının yeniden gözden geçirilmesi Avrupalı karar alıcılar açısından bariz bir adım olmalı. Ancak 2008 yılında Cape Verde’de bir barda AB ticari temsilcisiyle karşılaştığımda, balıkçılık sözleşmelerinin varlığından bile haberi yoktu. Göç konusunda Avrupalı seçmenlere performans sergilemek önemli olabilir ama Barselona ya da Côte d'Azur’da bol balıklı akşam yemekleri sunmanın önüne geçmediği sürece.
Elbette Batı artık denklemin sadece bir parçası: Söz konusu balıkçılık stoku anlaşmaları olduğunda Çin giderek daha önemli bir aktör haline geliyor. PLOS One’ın 2015 tarihli çalışmasına göre Çin, çıkardığı 2 milyon 251 bin tonun sadece yüzde 8’ini beyan etti. Gambiyalı üst düzey bir kamu görevlisi geçtiğimiz günlerde Çinli balıkçı gemilerinin Gambiya sularını nasıl aşırı avladığını ve daha sonra balıkları başkent Banjul’daki pazarlarda yeniden sattığını anlattı. Çinliler yakın zamanda Gambiya Nehri üzerinde Basse Santa Su’da önemli bir yeni köprünün inşasını tamamladı. Fakat bu tür projelerde bile Çin modeli Avrupa modeline benziyor; yüksek ücretli Çinli teknisyenlere dayanıyor, yerel eğitimi engelliyor ve balık ve madenler gibi Gambiya kaynaklarıyla geri ödenmesi gereken kredilerle finanse ediliyor.
Alacaklı iktidarda: Bu, uzak geçmişten günümüze Afrika kıtasının ıstıraplı iktisadi ve siyasi tarihinden alınan açık bir ders. Afrika kendi kredi sistemlerinin kontrolünü ele geçiremediği sürece anlamlı bir egemenlik elde etmesi zor olmaya devam edecektir. BRICS koalisyonu bu konuda bazı farkındalıklar ortaya koyuyor ama Çin örneği, yeni bir yabancı alacaklının bir öncekinin yerini aldığı bu modelin sınırlarını gösteriyor. Yine de Rusya’nın kıtaya artan müdahalesi konusunda Batı basını tarafından son zamanlarda körüklenen tüm endişelere rağmen, pek çok Afrikalı bunu bir nimet olarak görüyor: Nüfuz için itişip kakışan ne kadar çok dış güç olursa o kadar iyi, zira bu en azından Afrikalılara yabancıları birbirlerine karşı oynama seçenekleri sunuyor.
Bu da bizi kalkınma projelerinin bir başka boyutuna getiriyor: yani, siyaset bilimci Jean-François Bayart’ın dışa dönüklük olarak adlandırdığı, Afrikalı siyasi liderlerin güçlü dış güçlerle çalışarak iktisadi ve siyasi iktidarlarını koruma ve artırma stratejileri yoluyla ulusal elitlerin çıkar sağlaması. Bayart’ın da belirttiği üzere bu yapıda yeni bir şey yok: Radikal Guyanalı tarihçi Walter Rodney, 1972 tarihli klasik kitabı How Europe Underdeveloped Africa’da (Avrupa Afrika’yı Nasıl Azgeliştirdi) Afrika’nın yüzyıllar öncesine dayanan iktisadi tarihinin büyük bir kısmının Afrikalı ve Avrupalı elitlerin Afrikalı yoksulların zararına işbirliği yapmaları merceğinden nasıl anlaşılabileceğini gösteriyor.
Bu nedenle pek çok Afrikalı, Soğuk Savaş sonrası dönemin liberal-demokratik düzeni altında çok az anlamlı egemenliğe sahip olduklarını düşünüyor. Giderek daha pahalı hale gelen seçim süreçlerine rağmen halklar son derece az olumlu etki gördü. Bu durum, Afrobarometre’nin yakın tarihli bir raporunda pek çok Afrika ülkesinde geleneksel şeflerin seçilmiş yetkililerden daha fazla saygı gördüğünün ortaya çıkmasının nedenini açıklayabilir. Raporda özetlendiği üzere, “şefler güven ve performans açısından yurttaşlardan sürekli olarak daha yüksek puan alıyor, seçilmiş liderler ve hükümet yetkilileri ile karşılaştırıldığında belirgin bir şekilde daha az yolsuzluğa bulaşmış olarak görülüyor ve aradaki fark giderek açılıyor. Şefler yalnızca yaşlı kırsal kesim erkekleri arasında değil, kadınlar, kent sakinleri, gençler ve en eğitimliler arasında da destek buluyor.” 1980’lerden bu yana Afrika’da yaygınlaştırılan demokratik modelin başarısızlıklarına dair daha ağır bir itham bulmak zor.
Bugün büyük alacaklı bloklar —Batı, Çin, Rusya— kendi aralarında rekabet ederek yerel elitlerle ilişkilerini geliştiriyor ve hak iddia ediyorlar. Çin açısından bu, Maputo’daki Eduardo Mondlane gibi üniversitelerde yeni medya merkezlerinde açılan parlak yeni Konfüçyüs Enstitüleri, Praia’daki Cabo Verde Üniversitesi’nde yepyeni bir kampüs ve gelecek vaat eden Mandarin öğrencileri için Çin’e üç aylık ücretsiz eğitim gezileri anlamına geliyor. Rusya açısından da artık nefret edilen yönetici elitlerin uzaklaştırılması amaçlı maddi yardım anlamına geliyor gibi görünüyor. Batılı diplomatlar ve yardım görevlileri için Afrika’da masrafların hesaplandığı eski güzel günler tehdit altında.
Esasında bu dinamiklerin çoğu yeni değil. Çin ve Rus ortaklıkları ilk Soğuk Savaş'ın Afrika deneyiminin önemli bir parçasıydı, bu nedenle şimdi ikincisi gibi görünen savaşta da önemli olmaları sürpriz değil. Dakar’da yıllardır Village des Arts adında bir sanatçı kolonisi var: Batı Afrika’nın dört bir yanından gelen sanatçılar, 1960’larda Senegal ulusal stadyumunu inşa eden Çinli işçilere sağlanan evlerde ücretsiz olarak yaşıyorlar. Tanzanya’da Dar-es-Salaam’dan Zambiya’ya uzanan eski Tazara demiryolu 1970’lerde Çinliler tarafından inşa edilmişti. Tıpkı şimdi olduğu gibi, Afrika’nın tabii kaynaklarına erişim bu eski anlaşmaların bir parçasıydı. Söylentilere göre Tanzanya’daki demiryolu inşa sürecinin bir parçası olarak büyük miktarda maden rezervi çıkarılmıştı. 1994 yılında kıtaya yaptığım ilk ziyaretimde Mozambik’te tanıştığım bir balıkçı denizlerin boş olduğunu, 1980’lerde Sovyet trol tekneleri tarafından kurutulduğunu söylemişti. Plus ça change. Küresel medya bunu genelde yeni bir şeymiş gibi sunsa da mevcut siyasi bağlamın ürkütücü derecede tanıdık bir havası var.
Ancak, bu sefer daha kalıcı bir değişim getirebilecek birkaç yeni toplumsal dinamik mevcut. Birincisi ve muhtemelen en önemlisi, Batı’dan dönen Afrika diasporasının rolü. Bu durum 1980’lerden bu yana tamamen değişti: Bugün diaspora kıyaslanamayacak kadar büyük, zengin ve yüksek eğitimli. Kentsel alanlarda yeni mahalleler oluşmuş ve bu mahallelerde geri dönenler emeklilik evlerini inşa etmek üzere büyük villalar inşa ettiler. Değişimin hızı inanılmaz: Gana’da Akra’nın yaklaşık yarım kilometre batısından Winneba’ya kadar olan tüm sahil şeridi bu tür bir gelişmeyle inşa edilmiş durumda.
Bu tersine göçle gelenler bilgiye ve ağlara iyi erişime sahipler ve yerel ekonomilerdeki önemleri —Afrika’daki özel yatırımların yüzde 50’sinden fazlası işçi dövizlerinden geliyor— siyasi seslerinin her zamankinden daha güçlü olduğu anlamına geliyor. Diasporalıların çoğu ne yabancı güçlerin politikalarından ne de yerel yönetici elitlerin bunlara karşı ulusal çıkarları korumadaki başarısızlıklarından memnun ve ulusal hükümetlerin hayatta kalmak istiyorlarsa kulak vermeleri gereken bir güç haline geliyorlar.
Bu geri dönüş göçleri kıtadaki bir diğer büyük değişim olan kentleşme ile ilgili. Pek çok Afrikalı artık Kinşasa, Lagos ve Nairobi gibi 1980’lerdeki krizden bu yana büyük ölçüde büyüyen mega kentlerde yaşıyor. Fakat bu kentlerin altyapısı umutsuz bir durumda. Freetown gibi daha küçük kentlerde bile trafik tamamen durma noktasına geliyor. Üst geçitler gibi altyapı projeleriyle bu durumu iyileştirme çabaları, hayati önem taşıyan ana yolların uzun süre rafa kaldırılmasına, arabaların yavaş ve acı verici sapmalarla çukurlu kum yollardan aşağı gönderilmesine yol açıyor. Bu tür bir proje şu anda Banjul ve Lilongwe’yi yer yer durma noktasına getiriyor; her iki örnekte de söz konusu kentlerin hareketleri için hayati önem taşıyan ana yollar iki yıldır neredeyse kapalı. Ortaya çıkan hayal kırıklıkları halkın hoşnutsuzluğunu artırıyor. Diasporadan geri dönenlerin pek çoğu kendilerini bu rahatsızlıklardan koruyacak paraya sahip olsa da kent nüfusunun çoğu yoksul ve çok genç ve devrimciler de genç olma eğiliminde. Kıtada ortalama yaş 20’nin altında ve yeni nesil Afrikalıların kendileri için hiçbir şey yapmamış olan eski paternalist sömürge bağlarına çok az bağlılıkları var. Geçtiğimiz birkaç ayın açıkça ortaya koyduğu gibi, değişim istiyorlar ve mevcut yapıların bir şeyleri değiştirmeyi son derece zorlaştırdığının farkındalar.
Tüm bunların üzerinde başka pek çok soru var. Suudi Arabistan’dan gelen paraların Batı Afrika’nın pek çok bölgesinde İslam’ın geleneksel Sufi yorumlarına meydan okumadaki kayda değer rolü, kentsel ve kırsal alanlar ile gençler ve yaşlılar arasında gerilimler yaratıyor. Hem ülke içinde hem de Avrupa’ya “geri dönmeye” çalışan kitlesel göçün etkisi, kırsal bölgelerde genelde çalışma çağında az sayıda erkek bırakıyor ve her türlü dengesizliği beraberinde getiriyor. Mozambik’in kuzeyinde olduğu gibi sermayeye erişim umudundan çok uzak olanların öfkesi var; burada yatılı ev hizmetçisinin aylık maaşı ayda 10 dolar civarında. Cep telefonlarının WhatsApp savaşçılarından oluşan öfkeli kolektifler oluşturmadaki dönüştürücü rolü de var.
Ancak insanlar başka yerlerde de olduğu gibi telefonlarına yapışmışken, genelde internete çok az erişebiliyorlar. Bu durum özellikle sabit terminal bağlantılarının çok az olduğu ve mobil verinin ulaşılamaz olduğu kırsal alanlarda geçerli. Maaşlı profesyonellerin bile ayda 100 dolardan fazla kazanamadığı durumlarda, bu lükse ayıracak para yok. Olsa bile, kırsal bölgelerdeki indirme hızları rezalet. Bu arada WhatsApp grupları herkesi, bu durumun kendilerini dünyanın geri kalanından ne kadar geride bıraktığının acı bir şekilde farkında bırakıyor. Tüm bunlar son siyasi darbelerin domino etkisini açıklamaya başlayabilir. Önümüzdeki yıl seçimlerin yapılacağı Senegal’e yaptığım son ziyaretimde, bir arkadaşım bana memnuniyete yakın bir ifadeyle, görevdeki Macky Sall’ın üçüncü bir dönem için aday olması halinde “Senegal’de devrim olacağını” söyledi.
Pazar günleri Banjul’da herkes plaja gider. Başkentin uzun, muhteşem sahil şeridi futbol oynayan, arkadaşlarıyla buluşan ve selfie pozu veren genç Gambiyalılar için bir sığınak haline geliyor. Son ziyaretimde bir arkadaşım bana orada Avrupa’ya gitmeyi hayal etmeyen tek bir kişi bile olmadığını anlattı. Sahra’yı aşıp Libya’ya ya da Atlantik’i geçip Tenerife’ye giderken ölen kaç kişi tanıdığını sorduğumda, sadece kendi köyünden 10 kişinin öldüğünü bildiğini ifade etti.
Mevcut model, bugünkü krizin tohumlarını ekti. İnsanlar kaçmak istiyor zira açlar ve iş yok. Çaresizlik pek çok faktörden kaynaklanıyor: balıkçılık sözleşmeleri, borç yükü altındaki devletin iş sağlayamaması ve işi olanların bile maaşlarının son derece düşük olması. Tüm bunlar göçü tetikliyor ve ardından da Avrupa’da farklı nedenlerle liberal düzenin sona ermesini isteyen popülist tepkiyi besliyor. Bu arada tüketim toplumunun inşası, süslü balık yemeklerinin kaldırılmasının Batı’nın siyasi menüsünde yer almadığı anlamına geliyor. Bunların hiçbiri yaşanmıyormuş gibi davranmak çok daha iyi ya da en azından daha kolay.
Afrikalılar neoliberalizmin son kullanma tarihinin onlarca yıl önce geçtiğini düşünüyor. Eğitimli bir kentliye IMF ya da Dünya Bankası’ndan bahsedin, tiksintinin ne demek olduğunu anlayacaksınız. Öfke çoktan alevlenmişti ve ardından Kovid’i önleme politikalarının yol açtığı sosyal yıkım bardağı taşıran damla oldu. Ergenlik çağındaki kız çocuklarının evlenmesindeki devasa artış, 2010’larda iktisadi büyüme vaadinin kaybolması ve ardından gelen borç krizi, insanların kaybedecek çok az şeyi kaldığı anlamına geliyor. Fakat bu şekilde Thomas Fazi ve benim tartıştığımız üzere, Kovid tepkisi bir sapma değildi, on yıllardır süren iktisadi ve sosyal yıkımın mantıksal sonuydu.
Böylesi bir yıkımı körükleyen ve Ukrayna’daki savaşın uzamasına destek veren Batılı hükümetler, şimdi Afrika’da soğuk savaş rekabetinin geri dönüşünün tamamen öngörülebilir sonucu karşısında şaşkın görünüyorlar. Batılı politikaların bariz çelişkilerini bağdaştırmak imkânsız gibi görünüyor, zira öyle. Çin’in gelecek vaat eden öğrencilere çalışma ziyaretleri ve burslar sunduğu yerde (Sovyet Blokunun yaptığı gibi), Batılı ülkeler rutin vize reddi ve göçe karşı sert olma söylemi sunarken, itici faktörleri yoğunlaştıran politikalar izliyor. Bu tür gelişmeler sadece tek kutuplu dünyanın sonunu hızlandırır.
Afrika’da insanlar umut etmeye cüret ediyor. Rusya’nın artan etkisi, dış destekçilere bağımlılığın temel dinamiğini değiştirmese bile yeni siyasi olasılıkların önünü açtı. Diasporadan dönenler de bir şeyler yapmak için yeni yollar getiriyor. Son olarak Ukrayna’daki savaş ve Kovid tepkisinin Batı’da yol açtığı kutuplaşma, BRICS ülkelerinin alternatifler sunmak için daha güçlü bir konumda olduğu anlamına da geliyor. Tüm bunların Afrika ulusları açısından anlamlı bir egemenlik beklentisi anlamına mı geldiği yoksa farklı bir yabancı güç tarafından sulandırılması anlamına mı geldiği henüz belli değil. Her ne olursa olsun, sadece Soğuk Savaş’a değil, 19. yüzyılın ilk yarısındaki koşullara da döngüsel bir dönüş yaşanıyor gibi görünüyor. O dönemde Batı Afrika’da Nijerya’nın kuzeyinden Senegambiya’ya kadar uzanan bir devrimler zinciri yaşanmıştı. Ulusötesi tüccarlarla bağlantıları olan yozlaşmış elitler tamamen yeni hükümetler tarafından devrildi. O zaman da şimdi olduğu gibi, önümüzdeki dünyanın şekli sonuçlara bağlıydı.
Egemen Afrika?
"Batılılar, nükleer riskleri korkunç düzeyde olan bir büyük güç çatışmasına doğru koşarken Afrikalılar, savaş kışkırtıcılığının kalkınma umutlarını daha da zayıflatmasından korkuyorlar."