Ya sosyalizm ya Barbie-izm
"Her bakirenin karşısında ölüm, her Barbie'nin ardında bir Oppenheimer vardır."
Çevirmenin notu: Yazar bu aşırı mübalağa edilmiş filmi izlemedi ama yazılan çizilenleri uzun uzun okuma fırsatı buldu. Türkiye’de konuya dair birkaç yayın dışında doyurucu bir şeyler okumak pek mümkün görünmüyor gibi.
Bazı metinleri sevdiğimden değil, amme hizmeti olsun diye çıkarıyorum, aşağıdaki tercüme de o şekilde. Öte yandan görüldüğü kadarıyla feminist yazarlar arasında filme bakış konusunda derin farklılıklar mevcut, kanaatler değişken.
Ya sosyalizm ya Barbie-izm
Nina Power, Compact Mag
24 Temmuz 2023
Greta Gerwig, Barbie ile bir kadın yönetmen filmlerinin gişe rekorunu kırarak hafta sonunda en az 155 milyon dolar hasılat elde etti. Christopher Nolan’ın Oppenheimer filmiyle birlikte Barbie de yaz sinemasının yeniden canlanmasının bir parçası oldu ve her iki film için de seyirciler giyinerek (Barbie için pembe, bomba için siyah) medya tüketiminin sayısız dijital platformda bu kadar acımasızca silo haline getirilmediği günlere sürpriz bir dönüş yaptı. Belki de Kovid sonrası eve kapananlar da yavan Netflix dizilerinden bıkmışlardır.
Oyuncak bebek —kitlesel nükleer ölüm gibi— oldukça popüler. Barbie ve bomba, 20. yüzyıl Amerika’sının alfa ve omega’sı olduğu için bu şaşırtıcı olmamalı. Ancak hepimiz thanatolojik bir cehennemde yok olmadan önce, Barbie bizi diğer temel iç güdünün —eros— sembolü olarak oyuncak bebekle yüzleşmeye zorluyor.
Simone de Beauvoir, 1949 tarihli klasiği İkinci Cins’te şöyle yazmıştı: “Eğer kadın kendini özne olarak onaylamayı başarırsa, fallusun eşdeğerlerini icat edecektir: Çocuk vaadini somutlaştıran oyuncak bebek, penisten daha değerli bir varlık haline gelebilir.” De Beauvoir’a göre fallus önemli, zira birden fazla alanda erkek egemenliğini —tüm dünya bu en haşmetli şekilde dik duran monogramdan dışarıya doğru yayılır— sembolize eder.
De Beauvoir’ın feminist geleceğinde de bir zamanlar küçük kızın anne olarak kaderini temsil eden oyuncak bebek, oyuncaktan tılsıma dönüşerek çok sayıda başka anlam kazanabilir. Oyuncak bebekle temsil edilen anneliğin anneden kıza aktarımı, diğer olasılıklar arasında basit bir olasılık haline gelecektir. Gerwig kuşkusuz beceriksiz değil. Yine de Barbie’yle işi zor: Aynı anda hem yeterince camp’çı hem yeterince feminist hem de yeterince popüler bir film nasıl yapılır? Fakat Barbie genel tutarlılıktaki noksanlığını eğlenceli ve hatta zaman zaman derin bir kaosla telafi ediyor.
Barbie, 1950’lerin bunaltıcı kıyafetlerini giymiş bir grup küçük kızın bebekleriyle oynamaları, onlara çay servisi yapmaları, gazlarını çıkarmaları ve bebek arabalarında itip kakmalarıyla açılıyor. Stanley Kubrick’in 2001 yapımı filmindeki “İnsanlığın Şafağı”na bir saygı duruşu olarak, gizemli bir monolit yerine dev bir kadının bacakları belirir ve kızlar başlarını kaldırıp bakarlar: seksi bir mayo giymiş devasa bir Barbie’dir bu. Bu sadece bir oyuncak bebek değil, yetişkin bir kadın, bir tanrıçadır. Kızlar da doğal olarak hayrete düşerler.
Kubrick’in maymunlarının bir anda kemiklerin de silah olabileceğini anlaması gibi, küçük kızlar da yetişkin heykelciğinin ve temsil ettiği vaadin ortaya çıkmasıyla “aydınlanırlar”: Sadece anne olmak zorunda değillerdir, artık nesne de olabilirler. Ancak bebekler her zaman ikircikli olmuştur: Kız çocuğu kendisine ve kardeşlerine bakan annesini taklit eder, kendi potansiyel anneliğini uygular ama aynı zamanda kendi süslenmesini de prova eder. Çocuk yetiştirme konusundaki uzmanlığıyla tanınmayan, kendi beş çocuğunu da yetimhaneye göndermiş olan Jean-Jacques Rousseau’nun 1762 tarihli Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eserinde yazdığı gibi, oyuncak bebeğiyle oynayan kız “kendini göremez; kendisi için hiçbir şey yapamaz; ne eğitimi ne kabiliyeti ne de gücü vardır; henüz kendisi bir hiçtir, kendini oyuncak bebeğine kaptırmıştır ve tüm cilvesi ona adanmıştır. Bu her zaman böyle olmayacak; zamanı geldiğinde kendinin bebeği olacak.”
Sayısız Barbie’nin ortaya çıkmasıyla akılları başlarından giden tarih öncesi kızlar neşeyle mecazi bebeklerini parçalamaya koyulurlar. Bir kız kendininkini havaya fırlatır ama 2001’in uzay istasyonu yerine, birdenbire her gecenin kızlar gecesi olduğu ve yargıçtan doktora, gazeteciden Nobel’e, astronottan başkana kadar (çöpçü Barbie’yi atlamış olabilirim) akla gelebilecek her rolde bir Barbie’nin bulunduğu Barbie Diyarı’na gelinir. Tekerlekli sandalyede bir Barbie, şişman bir Barbie, akla gelebilecek her ırktan Barbie ve tabii ki transseksüel bir Barbie de var. Mattel’in gerçek hayattaki talihsiz hamile bebeği Midge de orada, kenardan utanç içinde el sallıyor. Ve her şey pembe, fuşya pembe, labia pembe, şeker pembesi, aristokrat pembe. Barbie’lerin kendi evleri, kendi paraları, şık kariyerleri ve demokratik hükümetleri var. Yine de eğlenmeyi asla ama asla unutmazlar. Aristophanes’in kadın meclis üyelerinin aksine, bu Barbie’lerin yönetmek için takma sakal kullanmaları ve koltuk altlarını tıraş etmeyi bırakmaları gerekmiyor.
Ama rüya evinde bir kâbus vardır. Birdenbire “Basmakalıp Barbie” (Margot Robbie) ölümlülüğü düşünmeden edemez ve genelde yüksek topuklu olan ayakları düzleşir. Pürüzsüz plastik kalçalarında selülitler belirmeye başlar. Bir partide “Siz hiç ölmeyi düşündünüz mü?” diye sorar ve olaylar aniden, dehşet içinde sona erer. Diğer Barbie’ler Bataillevari bir şekilde eğlenmeye devam ederken — “hükümdarlar sanki ölüm yokmuş gibi yaşar” — kahramanımız, “çok sert” oynanmış, punk saçlı, şekilsiz bir Barbie olan “Ucube Barbie”yi (Kate McKinnon) görmeye gönderilir. Kahramanımız bu tuhaf, bilge Barbie tarafından uzay-zaman sürekliliğinde bir yarık olduğu ve varoluşsal kaygısının —Barbie’sinin— üstesinden gelmek için gerçek dünyayı ziyaret etmesi ve mutsuz sahibinin ruhlarını bulup canlandırması gerektiği konusunda bilgilendirilir.
Barbie’nin müphem erkek arkadaşı/eşcinsel en iyi arkadaşı arasında bir şey olarak marjinalleştirilen, tek işinde bile (“Plaj”) işe yaramayan Ken (Ryan Gosling), üstü açık pembe arabaya gizlice biner. Tahmin edilebileceği gibi gerçek dünya Barbie’nin hayal ettiği gibi bir ütopya değildir, zira oyuncak bebek kadınları hiç de özgürleştirmemiştir. Hatta bazı kadınlar bu şeyden nefret ediyor. Huysuz bir gotik genç kız Barbie’ye “faşist” diyor ve ağlıyor. Gnosis acı verici bir şeydir. Bu arada, Barbie’nin bazı azgın erkek inşaatçıların elinde cinsel tacizi keşfetmesi gibi, Ken de okul kütüphanesinde atlarla ilgili bir kitabın yanında konuyla ilgili bir kitap bularak patriyarkayı keşfeder. Hayvan ve patriyarka Ken’in sarışın zihninde kaynaşmış gibi görünüyor; belki de bu Gerwig’in Jonathan Swift’in “Houyhnhnm”ına, Gulliver’in Gezileri’ndeki topraklardan birini yöneten akıllı atlara bir övgüsü, her iki cinsiyetten insanlar tarafından yönetilen bir dünyanın her zaman kusurlu olacağı imasıdır.
Ken, gerçek dünyadaki erkeklerle karşılaşmaları ve araştırmalarının yanı sıra, doğuştan gelen hakkının iğdiş olmak değil, liderlik etmek ve savaşmak olduğunu anlamaya başlar. Ve gerçek dünyada yetki erkeklerdedir. Böylece Ken, Barbie Diyarı’na Sylvester Stallone tarzı dev bir vizon kürkle döner ve “Kendom”u yaratmak üzere bir erkek darbesi tertip eder. Rüya evler erkeklik sembolleriyle, en dokunaklısı da bira için küçük buzdolaplarıyla dolup taşar. Geriye kalan Barbie’lerin beyinleri kadınsı bir teslimiyetle yıkanır ve Ken’lere her istediklerinde ayak masajı, içecek ve atıştırmalıklar sunmaya başlarlar.
Bu arada Barbie, gerçek dünyadaki sahibini bulur; bir kız değil, kızıyla arasında giderek büyüyen mesafeden dolayı üzgün olan ve Barbie’nin tuhaf çizimlerini yapmaya başlayan ve bunlar da hayal dünyasına geri dönen depresif Latin anne Gloria (America Ferrera). Filmin konusunun pek bir önemi yok ama Barbie’yi (gerçek anlamda) kutusuna geri koymaya çalışan Mattel’in kötü CEO’sunu (Will Ferrell) ve yalakalarını alt ettikten sonra Barbie ve artık barışmış olan anne-kız, ataerkil Ken’leri tahtından indirmek için Barbie Diyarı’na geri dönerler. İtaatkâr Barbie’leri feminist koanları tekrarlayarak bilinçlendiren (“her zaman sıra dışı olmalıyız ama bir şekilde bunu hep yanlış yapıyoruz”) Barbie’ler, erkekleri birbirlerine düşürmeye koyulurlar. Kendi Ken’lerinin onlara saatlerce duygusal gitar şarkıları söylemesine katlandıktan sonra, başka bir Ken’e ilgi gösteriyormuş gibi yaparlar. Öfkelenen Ken’ler, tenis raketleri ve lacrosse sopalarıyla birbirleriyle kıyasıya bir kavgaya tutuşurlar. Sonunda kadınların gücü yeniden ortaya çıkar, Ken’lerin eşit değere sahip olduğu kabul edilir ve cinsiyetler savaşı bir kez daha günlük yumuşamaya dönüşür.
Ama kahramanımız Ken’in romantik partneri olmasını reddeder: Varoluşsal uyanışı, onda hissetme ve insan olma arzusu yaratmıştır. Michelangelo’nun “Adem’in Yaratılışı” adlı eseri, Barbie’nin yaratıcısı Ruth Handler’ın (Rhea Perlman) eserine ruh aşılamasıyla yeniden canlandırılır. Barbie artık hissedebiliyor ve mantık yürütebiliyordur. Gerçek insan kadınların —anneler ve eşler dahil— duygusal ama dokunaklı bir montajı, günümüz kadını için çok çeşitli olasılıklar konusunda bizi uyarıyor. De Beauvoir’ın bebeği uyanmıştır.
Gerwig’in filmi nihayetinde iyi kalpli, dördüncü duvarı yıkarak feminist bir dördüncü dalga ortaya koyuyor. Birinci dalga siyasi temsiliyet peşindeydi, ikincisi kadın gerçekliği ve tarihi, üçüncüsü her neyse, dördüncüsü cinsel farklılığa ve kadınlarla erkeklerin büyük ölçüde iyi geçindiği heterososyal bir dünyaya geri dönüyor. Son sahnede, tam Barbie’nin #GirlBoss olmaya gittiğini düşünürken, onun yerine bir jinekoloğa göründüğü ortaya çıkıyor. Bedene geçişte, pürüzsüz alan karmaşıklaşıyor. Gerwig’in bir kadını kadın yapan şeylere verdiği selam sükunetle yıkıcı. Barbie’nin kendisi post-Barbie, post-tüketimci olur ve film genel manada keyifli bir ironik ve semiyotik çorbaya sıçrarken, mesaj nazik ama açıktır: bir grup işarete indirgenemez, kadınlar vardır ve cinsel farklılık gerçektir. Ken’in hikayesi biraz anlatılmıyor ama sonuçta bu son derece kadınsı bir film, erkek istiyorsanız gidip diğerini izleyin.
Barbie’ye internette verilen tepkiler dikkat çekiciydi. Tarımın ilk günlerindeki neolitik komünal salonun günümüzün teknokratik ve kadınsılaşmış dünyasına uyarlandığı “Longhouse”tan şikâyet eden sağcı erkekler, “temelli” ataerkil Ken’den eğlenerek medet umdular. Elbette, Gerwig’in filmde ataerkilliğin kendini daha iyi saklamayı öğrendiğini ima etmesine rağmen, sanayi sonrası Batı’nın kadınsılaştığını belirtmekte haksız değiller. Macera, şiddet ve kahramanlık yerine riskten kaçınma, şikâyet ve güvenlikçilik var. Bu vizyonda, erkekler erkekleşemeyecek kadar iğdiş edilmişlerdir; Barbie Diyarı anaerkilliğinden rahatsız olan bir Mattel işçisinin dediği gibi, “Ben gücü olmayan bir erkeğim. Bu beni kadın mı yapar?” Öfke ve erkek egemenliğine hayali bir geri dönüş eğilimi güçlü.
Günümüz erkek solcusunun kadınlara karşı tutumu daha iyi değil ve aslında çoğu zaman daha da kötü. Günümüzün liberal erkeği “özgürleşme” adına cadı avı yapmadığı ve pornografiyi, fuhuşu ve taşıyıcı anneliği savunmadığı zamanlarda, kadın gerçekliğini tamamen ortadan kaldırmaya çalışıyor, kadınları dilde (“rahimliler”, “iki delikliler”) ve pratikte (aksesuar-bebekler için rahimlerin kiralanması) vücut parçalarına indirgiyor. Sağcılar için kadınlar var ama son derece can sıkıcılar; solcular içinse hizmet edilecek araçlar ve yağmalanacak işaretler olmaktan başka bir anlamları yok. Ya sosyalizm ya da Barbie-izm, sahiden öyle.
Gerwig’in Barbie’si bunun yerine diyalektik bir çıkışa işaret ediyor: Kadınlar anne olabilir ya da olmayabilir, istedikleri rolü üstlenebilir ya da hiç üstlenmeyebilir, kadınlığa uyabilir ya da tuhaf görünebilirler. Her neyse, fark etmez. Ama sınırlar var: Serbestçe dolaşan göstergenin, salt bir “kimlik” olarak kadınlığın zamanını geçtik. Oyuncak bebek ıstırabın içine doğar. Erkek ya da kadın bedenine sahip olmak acı çekmek ve farklı şekillerde hissetmektir: Birbirimizi salt işaretlere indirgediğimizde bunu unuturuz. İnsan olmak aynı zamanda seçim yapmak zorunda olmaktır; varoluşsal bir Barbie bu olasılığı bir süreliğine kendinden saklayabilir ama her bakirenin karşısında ölüm, her Barbie’nin ardında bir Oppenheimer vardır.
Barbie kadınların Fight Club'ıdır
"Kimin ve neyin görülmeye değer olduğunu ve kimin silikleşeceğini belirleyen bir dikkat ekonomisinde bir kadın nasıl başarılı olur?"