Uzlaşma sanrıları: Amerika ve Çin neden ebedi rakipler olacak?
"Bu rekabette Çin’i kontrol altına almak ciddi riskler ve maliyetler doğuracaktır, ama daha da yıkıcı bir çatışmadan kaçınmanın en iyi yolu bu."
Çevirmenin notu: Bu tercüme biraz gecikti. Makale uzun ve bir miktar dikkati hak ediyor. ABD ile Çin arasındaki sinir harbi sıcak savaşa evrilme riski taşımasının yanı sıra uzun süre boyunca pasif agresif bir tonda kalabilir. Tufts Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Doçenti, American Enterprise Institute’te kıdemli araştırmacı ve Foreign Policy Research Institute’ün Asya Programı Direktörü Michael Beckley, ABD ile Çin arasında bir uzlaşının mümkün olup olmadığını, tarafların tarihsel dönemeçlerdeki yakınlaşma ve ayrışmalarını ve bugünkü uzlaşmaz ihtilaflarını ele almış.
Uzlaşma sanrıları: Amerika ve Çin neden ebedi rakipler olacak?
Michael Beckley
22 Ağustos 2023
ABD-Çin ilişkilerinin 50 yılı aşkın bir süredir hiç olmadığı kadar kötü olduğu bir dönemde eski bir peri masalı yeniden ortaya çıktı: Eğer ABD, Çin ile daha fazla konuşur ve Çin’in yükselişine uyum sağlarsa, iki ülke barış içinde yaşayabilir. Masala göre Washington, bolca zirve yaparak Pekin’in kırmızı çizgilerini tanıyabilir, kriz hatlarını ve kültürel alışverişi yeniden tesis edebilir. Zaman içinde ve sayısız yüz yüze temas noktasıyla, başka bir deyişle yeniden angajmanla, iki ülke hala rekabetçi olsa da barış içinde bir arada yaşamaya başlayabilir. Hatta bazı analistlere göre ABD ve Çin, iklim değişikliği ve salgın hastalıklar gibi küresel sorunları çözmek için istikrarlı etki alanları ve G2’ye benzer bir şey kuran büyük bir pazarlığa dahi girişebilir.
Bu perspektiften bakıldığında ABD-Çin ilişkilerinin iç karartıcı durumu, ideolojik olarak birbirine zıt iki büyük gücün hayati çıkarlar konusunda çatışmasının kaçınılmaz bir sonucu değil. Daha ziyade, bir Sinolog ve eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Susan Shirk’in de ifade ettiği gibi, ABD’nin Çin’in aşırılıklarına karşı aşırı tepki göstermesiyle orantısız hale gelen ortaklar arasındaki bir anlaşmazlık. Bu fkre göre Çin, son yirmi yıldır yükselen güçlerin genelde yaptığı şeyi yapıyor: kaslarını esnetiyor ve küresel meselelerde daha fazla söz sahibi olmayı talep ediyor. Çin’in Tayvan’ı tehdit etmesi gibi pek çok eylemi yeniden angajman savunucularını endişelendirse de eleştirilerin ana hedefi ABD; özellikle de amansız üstünlük arayışı ve bunun arında kendine hizmet eden aktörler.
Bu karanlık tahayyülde büyüklük taslayan politikacılar, açgözlü savunma yüklenicileri, sansasyon yaratan uzmanlar, aşırı hevesli insan hakları aktivistleri ve kavgacı bürokratlar, farklı bakış açılarını dışarıda bırakan bir yankı odası yaratarak kâr için rekabetin alevlerini körüklüyorlar. Bazı şahsiyetlerin şahin söylemleri kariyerlerini korumak adına tekrarladıkları düşünülüyor. Gazeteci ve yazar Fareed Zakaria’ya göre sonuç, “Washington’un Çin konusunda tehlikeli bir grup düşüncesine yenik düşmüş olması.” Amerikalıların çoğunun da Çin konusunda şahin görüşlere sahip olması, ABD’nin politikasının ne denli mantıksız bir şekilde agresifleştiğine dair daha fazla ispat sunuyor. Tarihçi Max Boot, “Bugünkü sorun Amerikalıların Çin’in yükselişinden yeterince endişe duymaması değil. Sorun, ABD’yi gereksiz bir nükleer savaşa sürükleyebilecek histeri ve telaşa kapılmaları,” diye ısrar ediyor.
Yeniden angajmanı savunanlar açısından bu hasımlık döngüsünün çözümü basit. İlk etap, güçlü diplomasi, ticaret ve kişiler arası değişimler yoluyla gerilimi düşürmek. Ardından, her ülkeden yetkililerin düzenli olarak bir araya gelerek anlaşmalar yapabileceği yeni bir forum oluşturmak. Tarihçi Adam Tooze’a göre, müzakerelerin nihai yapısı ne olursa olsun, temel hedef aynı: “Çin’in tarihi yükselişine uyum sağlamak.” Bazı yeniden angajman savunucularına göre uyum, ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’ın bu yılın başlarında önerdiği gibi, Çin’e yönelik ticari engellerin azaltılmasını gerektiriyor. Fakat diğer gözlemciler daha sert tavizler verilmesinden yana. Örneğin siyaset bilimci Graham Allison, bu sayfalarda ABD’nin Çin’in Asya’daki geleneksel nüfuz alanını kabullenmesi çağrısında bulundu. Muhtemelen bu, Pekin’e Güney Çin Denizi’nde daha fazla özgürlük tanımak, Tayvan’dan vazgeçmek ve bölgedeki Amerikan gücünden feragat etmek anlamına gelecektir.
Bu cazip bir vizyon. Büyük güçler güvenlik rekabetine girmek yerine diplomasi yoluyla hesaplaşabilselerdi, dünya kesinlikle daha iyi bir yer olurdu. Ancak büyük güçler arasındaki rekabetin ve özellikle de ABD-Çin ilişkilerinin tarihi, daha fazla angajmanın ülkeler arasındaki bağları onarma ihtimalinin düşük olduğunu ve aceleci davranıldığı takdirde şiddetli çatışmalara yol açabileceğini gösteriyor. Son 200 yılda yaşanan yirmiden fazla büyük güç rekabetinin hiçbiri, tarafların konuşarak beladan kurtulmasıyla sonuçlanmadı. Bunun yerine rekabetler, taraflardan biri artık mücadeleyi sürdüremez hale gelene ya da her iki taraf da ortak bir düşmana karşı birleşene kadar devam etti. Örneğin ABD ve Çin, Soğuk Savaş’ın ikinci yarısında Sovyetler Birliği’ne karşı ittifak yapmak için rekabetlerine ara verdiler ve bu rekabet ancak Sovyetler Birliği’nin nihai çöküşe geçmesiyle sona erdi. Her iki durumda da güç dengesindeki değişimler sürdürülebilir çözümlerin ön koşuluydu. Bu değişimlerden önce, yumuşama dönemleri genelde rekabetin bir sonraki raundu için yeniden toparlanma ve yeniden yükleme şansıydı. Birleşik Krallık’ın 1911’den 1914’e kadar ve 1938’de tekrar Almanya ile ilişkilerini geliştirmeye çalışması gibi bazı durumlarda, yumuşama arayışları savaşa giden yolu açtı.
ABD ve Çin’in bu kalıbı değiştirmesi pek mümkün değil. Bu iki ülkenin hayati çıkarları çatışıyor ve kendi siyasi sistemlerine, coğrafyalarına ve ulusal tecrübelerine sıkı sıkıya bağlılar. Ülkeleri birbirine bağlayan geniş kapsamlı ticaret gibi pek çok ilişki, aynı zamanda karar mercilerine savaşmak için fazladan gerekçeler ve istismar edilecek baskı noktaları vererek onları birbirinden uzaklaştırıyor. Her iki taraf da kendini ifşa etmeden büyük tavizler veremez. Onlarca yıldır birbirleriyle uğraşan her iki devlet de uzun bir şikâyet listesi biriktirdi ve birbirlerine derin bir güvensizlikle bakıyor. ABD, 1970’lerden 2010’lara kadar defalarca Çin ile birlikte çalışmayı denemişti ama üst düzey Çinli liderler, ABD’nin Çin’i ABD liderliğindeki liberal düzene entegre etme teşebbüsü başta olmak üzere, Çin’e erişimini sürekli olarak sinsi bir çevreleme biçimi —Çin Komünist Partisi’nin hakimiyetini zayıflatmak ve Çin’i ekonomik bağımlılığa ve Batı’ya siyasi itaate kilitlemek üzere tasarlanmış bir komplo— olarak gördü. Bu dönemde Amerika’nın Çin’e ulaşımı, bugün Amerikalı karar alıcılar tarafından ciddi bir şekilde değerlendirilen önerilerden daha kapsamlıydı. Bununla birlikte, bu açılımlar Çin’in ABD’nin niyetlerine ilişkin değerlendirmelerini temelden değiştiremedi veya ÇKP’nin Doğu Asya ve ötesine hâkim olma çabalarını caydıramadı.
Gerçek şu ki, ABD-Çin rekabetinin güç dengesinde kayda değer bir değişiklik olmadan sona ermesi pek mümkün görünmüyor. ABD’nin bu gerçekliğe dayalı politika tercihleri yapması ve fanteziye kapılmaması gerekiyor. Bu, diplomasiyi kesmek ya da görüşmeleri tamamen durdurmak anlamına gelmiyor, fakat bu tür bir angajmanın gerçekçi manada nelerin başarabileceği konusunda net olmak anlamına geliyor. Sahici bir diplomatik atılıma alan açabilecek Çin gücünün orta vadede yumuşamasını ummak için nedenler var. Fakat bunun için ABD ve müttefiklerinin yakın vadede Çin’in saldırganlığını caydırması ve uzun vadede olumlu eğilimleri bozacak tavizlerden kaçınması gerekiyor.
Husumet
ABD ve Çin, siyaset bilimcilerin “kalıcı rakipler” olarak adlandırdıkları, yani birbirlerini yoğun güvenlik rekabeti için seçmiş ülkeler haline geldi. Geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca, bu tür çiftler dünyadaki uluslararası ilişkilerin yalnızca yüzde birini oluştururken, savaşların yüzde 80’inden fazlasını meydana getirdi. Hindistan ile Pakistan, Yunanistan ile Türkiye, Çin ile Japonya ve Fransa ile Birleşik Krallık arasında tekrarlanan çatışmaları aklınıza getirin.
Rakipler birbirlerini yanlış anladıkları için değil, birbirlerini çok iyi tanıdıkları için kan davası güderler. Genelde savaşın ana nedeni olan toprak anlaşmazlıkları da dahil olmak üzere, hayati ve bölünmez çıkarlar konusunda hakiki çatışmalar yaşarlar. Kırmızı çizgileri ve nüfuz alanları çakışır. Bir tarafın kendini koruma teşebbüsleri, örneğin ordusunu modernize etmesi, doğal olarak diğerini tehdit eder. Ekonomileri iç içe geçmişse, çoğu zaman olduğu gibi, rakipler ticareti silah olarak kullanır, stratejik malların üretimini tekellerine almak ve diğer tarafa hükmetmek isterler. Mesela Birleşik Krallık ve Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda karşı karşıya gelmeden önce şiddetli bir ticari rekabet yürütmüşlerdi.
Rakipler aynı zamanda genelde farklı ideolojileri benimser ve diğer tarafın inanç sisteminin başarısını ya da yayılmasını kendi yaşam tarzlarına yönelik yıkıcı bir tehdit olarak görürler. Örneğin, devrimci Fransa sadece Avrupalı rakiplerini fethetmeye çalışmakla kalmadı, onların monarşik rejimlerini de kendi örneğinin gücüyle yıkmakla tehdit etti. İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşist güçler demokrasilerle karşı karşıya geldi, Soğuk Savaş sırasında ise ABD ve Sovyetler Birliği dünyanın büyük bir bölümünü kapitalist ve komünist bloklara ayırdı. Dahası, rakipler maziden gelen bir husumeti paylaşırlar. Karşılıklı düşmanlıkları, geçmişteki saldırganlık eylemleri ve daha fazlasının geleceği korkusuyla beslenir. Bugün Çinlilere Japonya hakkında ne hissettiklerini sormanız kâfi.
Rekabetler bir kez başladıktan sonra sona erdirilmesi son derece zor olur. Siyaset bilimciler Michael Colaresi, Karen Rasler ve William Thompson tarafından toplanan verilere göre, 1816’dan bu yana 27 büyük güç rekabeti yaşandı. Bu mücadeleler ortalama 50 yıldan fazla sürdü ve üç yoldan biriyle sona erdi. Benim saydıklarıma göre, bunların 19’u —yani büyük çoğunluğu— savaşla, bir tarafın diğerini yenerek boyun eğdirmesiyle sonuçlandı. Diğer altı rekabet ise iki tarafın ortak bir düşmana karşı ittifak yapmasıyla sona erdi. Örneğin 1900’lerin başında Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve ABD ile olan anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak Almanya’ya karşı birleşti; netice, Birinci Dünya Savaşı oldu. Sovyetler Birliği çöktüğünde, ABD ve Çin ile olan rekabetleri barışçıl bir şekilde sona erdi ama önceki on yıllarda Moskova Çin’e karşı ufak çaplı bir sınır savaşı ve Washington ile dünyanın farklı bölgelerinde çok sayıda vekalet savaşı yürütmüştü. Bugün pek çok kişi, ABD ile Çin arasında yeni bir soğuk savaş yaşanmasından korkuyor ama tarihsel olarak bu tür gergin bir soğukluk topyekûn savaşı önlediği için mümkün olan en iyi sonuç oldu.
Bu kayıt karşısında, ABD’nin Çin ile daha fazla angajman kurmasını savunanlar, ABD-Çin rekabetinin derhal sona ermesini değil, sadece yumuşamayı, tarafların ilişkilerine korkuluklar koymalarına imkân tanıyan bir soğuma dönemi istediklerini söyleyebilirler. Fakat büyük güçlerin yumuşama tarihi pek de iç rahatlatıcı değil. Bu tür dönemler, elverişli koşullar altında bile nadiren uzun sürdü. En başarılı örnek olan Avrupa Eşgüdümü —Napolyon Savaşları’ndan sonra 1815’te liberal devrimleri bastırmak amacıyla kurulan bir monarşiler ittifakı— kalıcı bir yumuşama için tüm bileşenlere —ortak bir ideoloji, ortak bir düşman ve savaşta kurulan ortaklıklar— sahipti. Ancak üst düzey liderleri 1822’den sonra bir araya gelmeyi bıraktı ve bunun yerine düşük rütbeli temsilciler gönderdi. Eşgüdüm, 1830’lara gelindiğinde liberal ve muhafazakâr üyeleri arasında soğuk bir savaşa dönüşmüştü. Üyelerin temel çıkarları örtüştüğünde iyi işledi ama muhafazakâr konsensüs çatladığında eşgüdüm de çatladı ve 1853’te Kırım’da sıcak savaş patlak verdi. Bu başarısızlık daha genel bir hususa işaret ediyor: korkuluklar barışı muhafaza etme konusunda etkili yöntemler değil, daha ziyade barışın sonucu. Genelde iyi zamanlarda ya da krizlerden hemen sonra —en az ihtiyaç duyuldukları zamanlarda— inşa edilirler, ancak kötü zamanlarda yıkılırlar. Tarihteki en ayrıntılı korkuluklar, savaşı yasaklayan Kellogg-Briand Paktı ve resmi bir kolektif güvenlik örgütü olan Milletler Cemiyeti de dahil olmak üzere I. Dünya Savaşı’ndan sonra kuruldu ama İkinci Dünya Savaşı’nı önleyemediler.
Washington’u Pekin’le daha derin bir ilişki kurmaya çağıranlar, yumuşama arayışını risksiz olarak nitelendiriyor: başarısız olabilir ama zararı olmaz ve denemeye değer. Fakat rakipler arasındaki çıkar çatışmaları ciddi boyutlara ulaştığında, yumuşamayı teşvik etmeye yönelik aşırı hevesli çabalar istikrarı bozabilir. 1911’den 1914’e kadar süren İngiliz-Alman yumuşaması, Birleşik Krallık’ın bir kıta savaşında tarafsız kalacağına dair Almanya’ya yanlış umutlar vererek I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine katkıda bulundu. 1921 ve 1922 yılları arasında dünyanın en büyük deniz güçleri, Washington Deniz Konferansı’nda silahsızlanmayı tartışmak üzere ABD’nin başkentinde bir araya geldi. Fakat bu çaba sonunda geri tepti ve ABD’nin Japon yayılmasına karşı çıkacağı ama bu yasağı uygulamak için gerekli deniz gücünü inşa etmeyeceği sinyalini vermesi Asya’yı İkinci Dünya Savaşı’na yaklaştırdı. Almanya’ya Çekoslovakya’nın bir bölümünü ilhak etme izni veren 1938 Münih Anlaşması, Nazilerin ertesi yıl Polonya’yı işgal etmesine neden oldu. 1972’de ABD ile Sovyetler Birliği “barış içinde bir arada yaşama” taahhütlerini ilan ederek silah kontrolü ve ticaret anlaşmaları imzaladılar. Ancak ertesi yıl süper güçlerin Yom Kippur Savaşı’nda karşı karşıya gelmesiyle yumuşama çözülmeye başladı; bunu 1975’te Angola’daki vekalet çatışması, 1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi ve 1980’lerin başında yaşanan birkaç korkunç nükleer kriz izledi. Sıklıkla yaşandığı gibi, yumuşama her iki taraf için farklı anlamlar ifade ediyordu. Amerikalılar statükoyu dondurduklarını düşünüyorlardı; Sovyetler ise devrimi yayma hakkı da dahil olmak üzere tüm imtiyazlara sahip bir süper güç olarak tanındıklarına inanıyorlardı. Olaylar bu çelişkili yorumları ortaya çıkardığında, ABD-Sovyet rekabeti kükreyerek geri geldi.
Sonuç olarak, büyük güçler arasındaki rekabetler mutabakat zabıtlarıyla örtbas edilemez. Diplomasi gereklidir ama anlaşmazlıkları şiddet içermeyen bir şekilde çözmek için yetersizdir. Sürdürülebilir çözümler aynı zamanda istikrarlı güç dengelerini de gerektirir ki bu da genelde mutlu konuşmalarla değil, bir tarafın artık rekabet edemeyeceğini anlamasıyla ortaya çıkar.
Kıskananlar çatlasın
Bugün, ABD-Çin ilişkisi kalıcı bir rekabetin tüm özelliklerine sahip. Yeni başlayanlar için, anlaşmazlık konusu olan ana meseleler esasen kazan-kaybet meseleleri. Tayvan, Taipei ya da Pekin tarafından yönetilebilir ama her ikisi birden yönetemez. Doğu Çin ve Güney Çin Denizleri uluslararası sular ya da Çin kontrolündeki bir göl olabilir. Rusya dışlanabilir ya da desteklenebilir. Demokrasi teşvik edilebilir ya da engellenebilir. İnternet açık ya da devlet sansürlü olabilir. ABD açısından Doğu Asya’daki ittifaklar zinciri hayati bir sigorta ve istikrar için bir güç anlamına gelirken; Çin açısından düşmanca bir kuşatma gibi algılanıyor. İklim değişikliği nasıl ele alınmalı? Kovid-19 nereden çıktı? Pekin ve Washington’a sorduğunuzda uzlaşmaz cevaplar almanız muhtemel.
Daha temelde, iki rakip farklı uluslararası düzen vizyonlarına sahip. ÇKP, eski otokratik medeniyetler olarak gördüklerinin geleneksel nüfuz alanlarını yönetmekte özgür oldukları bir dünya istiyor. Buna karşılık ABD, zayıf ülkelerin egemenliğini koruyarak ve onları açık bir ticaret düzenine entegre ederek bu alanları tarihin çöplüğüne atmak istiyor. ABD-Çin rekabeti bir dizi diplomatik anlaşmazlıktan daha fazlası; aynı zamanda farklı yaşam biçimlerini teşvik etme mücadelesi.
Daha da kötüsü, her iki taraf da hesap sorma kabiliyetini kaybetmeden diğerine inandırıcı bir şekilde güven veremez. Yeniden angajmanı savunanlar ABD ve Çin’i birbirlerinin kırmızı çizgilerine saygı göstermeye çağırıyor. Ancak ilişkilerde kalıcı bir çözülme sağlamak için en azından bir tarafın kırmızı çizgilerinin çoğunu tamamen terk etmesi gerekecektir. Çin, ABD’nin Tayvan’a silah satışını durdurmasını, Doğu Asya’daki toplam ABD askeri varlığını azaltmasını, teknolojisini Çinli şirketlerle paylaşmasını, pazarını Çin ihracatına yeniden açmasını, Çin’in komşularında demokrasiyi teşvik etmeyi bırakmasını ve Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını kazanmasına izin vermesini istiyor. ABD ise Çin’in savunma harcamalarını kısmasını, Tayvan Boğazı’nda saldırganlıktan kaçınmasını, Güney Çin Denizi’ni askerden arındırmaktan vazgeçmesini, endüstriyel teşvikleri ve casusluğu dizginlemesini ve Rusya ile diğer otokrasilere verdiği desteği geri çekmesini istiyor.
Ancak her iki taraf da diğerini daha fazlası için zorlamadan bu tür tavizler veremez. Örneğin Çin, Tayvan’dan askeri olarak geri çekilirse, ada bağımsızlığa doğru sürüklenebilir ama ABD Tayvan’ı silahlandırmayı bırakırsa, askeri denge radikal bir şekilde Pekin’in lehine değişecektir. Eğer Çin, Rusya’nın Ukrayna’da kaybetmesine izin verirse ÇKP kapısının eşiğinde sarsılan bir nükleer güç ve Asya’ya odaklanmak için serbest bırakılmış muzaffer bir ABD ile karşı karşıya kalacaktır; fakat ABD, Rusya’nın kazanmasına izin verirse, Çin-Rus ekseni demoralize olmuş Batı’dan Tayvan veya Baltık ülkeleri gibi daha fazla toprak almak için cesaretlenebilir. Eğer Çin sanayi politikalarını terk ederse, teknolojik üstünlüğünü ABD’ye daha fazla kaptıracaktır ama Washington hem ülke ekonomisi hem de açık küresel ticaret düzeninden geriye kalanları deşmeden Çin merkantilizmine tahammül edemeyecektir. Eğer ÇKP otokrasileri desteklemeyi bırakırsa, 1989’da ve yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında olduğu gibi halk devrimleri dalgalarını riske atmış olur ki bu da ülke içinde liberal aktivistleri harekete geçirebilir ve ülke dışında insan hakları sicili nedeniyle Çin’e yaptırım uygulamaya daha meyilli rejimleri iktidara getirebilir. Ama ABD, yeni doğan demokrasilere yardım etmeyi ve onları korumayı bırakırsa, bazıları Pekin’in dijital demir perdesi arkasında kaybolabilir.
Bu çatışan çıkarlar bir masanın etrafında oturan diplomatlar tarafından müsadere edilemez, zira yalnızca her ülkenin siyasi sisteminde değil, aynı zamanda tarihsel hafızalarında ve coğrafyalarında da kök saldılar. Çağdaş Çin siyasi kültürü iki felaketle kökleşti: ülkenin emperyalist güçler tarafından parçalandığı “aşağılanma yüzyılı” (1839’dan 1949’a kadar sürdü) ve Sovyetler Birliği ile diğer komünist rejimleri deviren ve Çin’in neredeyse sonunu getiren 1989 devrimleri. ÇKP’nin ana direktifi Çin’in bir daha zorbalığa uğramasına ya da bölünmesine asla izin vermemek; Çin liderleri bu hedefin durmaksızın zenginlik ve güç biriktirmeyi, bölgesel kontrolü genişletmeyi ve demir yumrukla yönetmeyi gerektirdiğine inanıyor. Ekonomisi geç gelişen bir ülke olarak Çin, uzun süredir Batı’nın tekelinde olan küresel değer zincirlerinde yükselmek için merkantilist yöntemler kullanmak zorunda. Çin’in etrafı çoğu düşman ya da istikrarsız 19 ülkeyle çevrili olduğundan, ülkenin liderleri Tayvan’ı, Hindistan’ın bir kısmını ve kendi ticaretinin yüzde 90’ının ve petrolünün çoğunun aktığı Doğu Çin ve Güney Çin denizlerinin çoğunu içeren geniş bir güvenlik çemberi oluşturmaları gerektiğine inanıyor. Genişleme aynı zamanda siyasi bir mecburiyet. ÇKP otokratik yönetimini kısmen aşağılanma yüzyılı boyunca kaybettiği toprakları geri alma sözü vererek haklı çıkarıyor. Bu bölgelerin şimdi askerden arındırılması ÇKP’nin Çin’i yeniden bir bütün haline getirme misyonundan vazgeçmesi ve sonuç olarak yabancı karşıtı milliyetçiliği bir meşruiyet kaynağı olarak kullanma kabiliyetinin azalması anlamına gelecektir.
ABD’nin çıkarları belki daha az yerleşik ama mücadele etmeden vazgeçilemeyecek kadar da sabit. Müttefikleri ve okyanuslarla çevrili zengin bir demokrasi olarak ABD, her şeyi olduğu gibi seviyor. Temel dış politika hedefi, denizaşırı tehditlerin yurttaşlarının kendi ülkelerinde sahip olduğu zenginlik ve özgürlüğü bozmasını engellemek. Pek çok Amerikalı dış karışıklıklardan kaçınmak ister ama dünya savaşları ve Soğuk Savaş güçlü tiranlıkların kontrol altına alınabileceğini, alınması gerektiğini ve bunu barış zamanında güçlü ittifaklar kurarak saldırgan bir ülke bölgeyi istila etmeden önce yapmanın daha iyi olduğunu gösterdi. Amerikalılar, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ı kazanan nesiller geçtikçe bu dersi unutabilirler. Fakat şimdilik bu, özellikle ABD’nin Çin’e karşı dış politikasını şekillendirmeye devam ediyor. Amerikalı karar alıcılar Çin’in Doğu Asya haritasını yeniden çizmeye çalıştığını, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini desteklediğini ya da etnik azınlıkları toplama kamplarına kapattığını gördüklerinde, sadece bir dizi politika anlaşmazlığı değil, nesiller boyunca ABD’nin güvenlik ve refahının temelini oluşturan düzene dönük çok yönlü bir saldırı görüyorlar. Riskler bu kadar yüksek görünürken, tek bir konuda bile uzlaşmaya varmak, her iki tarafın liderleri için de hazmedilmesi zor bir durum.
Yeniden angajman savunucuları, haklı bir şekilde Çin ve ABD’nin çeşitli karşılıklı kırılganlık biçimleriyle birbirine bağlı olduğuna işaret ediyor. Her iki ülke de savaş, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ya da küresel bir buhran istemiyor. ABD ve Çin ekonomileri iç içe geçmiş durumda. Her iki devlet de nükleer cephaneliğe sahip ve diğer ülkelerin bunları edinmesini engellemek istiyor. Çatışmanın maliyeti bu kadar yıkıcı ve işbirliğinin faydaları bu kadar açıkken, en azından teoride barışı sürdürmek nispeten kolay olmalı.
Ancak pratikte, karşılıklı kırılganlık rekabeti şiddetlendiriyor olabilir. Örneğin, her iki ülke de belki de karşı tarafın ateş açarak asla karşılıklı nükleer saldırı riski olmayacağı varsayımıyla konvansiyonel askeri provokasyonlara girişiyor. Akademisyenler bu durumu “istikrar-istikrarsızlık paradoksu” olarak adlandırıyor ve nükleer caydırıcılığa olan aşırı inancın konvansiyonel savaşı daha olası hale getirdiğini belirtiyor. Bazı Çinli analistler, ülkenin nükleer güçleri ABD’nin Çin anakarasındaki hedeflere karşı misillemesini caydırırken, Halk Kurtuluş Ordusu’nun Doğu Asya’daki Amerikan üslerini yok edebileceğini savunuyor. Bu arada bazı Amerikalı savunma planlamacıları, ABD’nin nükleer üstünlüğünün Çin’i gerilimi tırmandırmak yerine geri adım atmaya zorlayacağına inanarak, Çin donanmasını ve hava üslerini savaşın başlarında yok etmeyi savunuyor. Bu, nükleer silahlar gerilimi azaltmak yerine daha da alevlendiriyor olabilir.
Aynı şey ekonomik karşılıklı bağımlılık için de geçerli. Uluslararası ilişkiler uzmanı Dale Copeland’ın Foreign Affairs’te belirttiği gibi, ticaret ortakları jeopolitik rakipler haline geldiklerinde, hayati mallardan, pazarlardan ve ticaret yollarından mahrum kalmaktan korkmaya başlarlar. Zafiyetlerini kapatmak için, ekonomik yaşam hatlarını teminat altına almak amacıyla yardım, kredi, rüşvet, silah satışı, teknoloji transferi ve askeri güç gibi çeşitli devlet gücü araçlarını kullanarak kendi kendilerine yetme arayışına girerler. Sonuç, Copeland’ın tarihin en büyük savaşlarından pek çoğunu körüklediğini gösterdiği bir “ticaret-güvenlik sarmalı”. Buna karşın, tarihçi John Lewis Gaddis’in de gözlemlediği gibi, ABD ve Sovyet ekonomilerinin bağımsızlığı ilk Soğuk Savaş’ta istikrar sağlayıcı bir güç oldu.
Çin’in bugünkü ekonomik durumu yirminci yüzyılın ilk yarısındaki Almanya, İtalya ve Japonya ekonomilerine daha çok benziyor: Çin hammaddelerinin çoğunu tam olarak kontrol edemediği geçiş noktalarından ithal ediyor, gelir için büyük ölçüde ABD ve müttefiklerine yaptığı ihracata bel bağlıyor ve bu ülkelerin bir kriz durumunda kaynaklara ve pazarlara erişimini keseceğinden endişe etmek için iyi bir nedeni var. Batı’nın yaptırımlarla Rusya ekonomisini felce uğrattığını gören Çin’in ABD’den kopma çabalarını iki katına çıkardığı bildiriliyor. İkili dolaşım politikası olarak adlandırılan yöntemle Çin, teşvikleri ve ticari engelleri kullanarak ekonomisini kendi iç pazarı etrafında yeniden yönlendiriyor ve kendi ülkesinde bulunmayan hammaddeleri ve pazarları teminat altına almak için yurt dışında ayrıcalıklı bölgeler oluşturuyor. Bu hamleler ABD’yi alarma geçirdi ve ABD de buna kendi ekonomik üstünlük kampanyasıyla karşılık veriyor. Ticaret, iki ülkeyi bir araya getirmek yerine daha da uzaklaştırıyor.
Angajman mı çevreleme mi?
Çin ile daha fazla angajmana girilmesini savunanlar, akademisyen Jessica Chen Weiss’ın geçen yıl Foreign Affairs’te önerdiği üzere, ABD’nin diplomatik açılımların Çin ile bir işbirliği döngüsü başlatabileceği “önermesini test etmesi” gerektiğini savunuyor. Fakat bu önerme son yıllarda pek çok kez test edildi ve sonuçlar güven verici olmaktan uzaktı. ABD, Çin’in Batılı tedarik zincirlerine entegrasyonunu hızlandırmak, Çin ordusuna silah ve ÇKP’ye ait firmalara ileri teknoloji transfer etmek, Çin’in büyük uluslararası örgütlere girişini memnuniyetle karşılamak, Tayvan’ı sessizce barışçıl birleşmeyi düşünmeye teşvik etmek ve ÇKP’nin insan hakları ihlallerini küçümsemek gibi bugün düşünülemeyecek tavizler verdi. Fakat iç belgeler, üst düzey Çinli liderlerin ABD’nin bu tür teşebbüslerini defalarca samimiyetsiz ve hatta tehditkâr olarak yorumladığını ortaya koyuyor.
Örnekler çok. 1989 Tiananmen Meydanı katliamının ardından ABD Başkanı George H. W. Bush, Çin lideri Deng Xiaoping’e özür dileyen bir mektup göndererek, ABD’nin ÇKP’nin acımasız baskılarına yanıt olarak yaptırımlar uygulamasının ardından “ilişkileri yeniden rayına oturtma” konusundaki kararlılığını ifade etti. Bush, muhtemelen ABD’nin yaptırımları kaldırması ve Çin’e teknolojik, istihbari ve ekonomik erişim sağlamasıyla zımni müttefikler olarak çalışmaya devam etmeyi kastediyordu. Fakat Deng bunu yutmadı. Bunun yerine, akademisyen (ve şimdiki Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilisi) Rush Doshi’nin bildirdiği üzere Deng, ABD’nin “karşı devrimci kalkışmaya derinden dahil olduğunu” ve ÇKP’yi devirmek için “silahsız bir dünya savaşı” yürüttüğünü düşünüyordu.
Dokuz yıl sonra ABD Başkanı Bill Clinton, ABD’nin eski ve mevcut komünist ülkelere atfettiği “piyasa dışı ekonomi” tanımının gerektirdiği insan hakları standartları olmaksızın Çin’e “en çok kayrılan ülke” ticaret statüsü verilmesini de içeren angajman politikasını pekiştirmek için Pekin’i ziyaret etti. Bir iyi niyet jesti olarak Clinton, Tayvan’a ilişkin “üç hayır”ı —bağımsızlık yok, iki Çin yok ve Taipei’nin devletler arası örgütlere üyeliği yok— açıkça ifade eden ilk ABD başkanı oldu. Fakat birkaç ay sonra Çin lideri Jiang Zemin, ÇKP dış politika bürokrasisini Washington’un “sözde angajman politikasının” “çevreleme politikası” —art niyetle ülkemizin sosyalist sistemini değiştirmeye çalışmak— ile aynı amacı taşıdığı konusunda uyardı. Jiang, ayrıca “ABD ve diğer Batılı ülkelerdeki bazılarının ülkemizi Batılılaştırma ve bölme yönündeki siyasi planlarından vazgeçmeyeceklerini” ve “ezmek ve çökertmek için baskı uygulayacaklarını” iddia etti. Sonuç olarak; “Şu andan itibaren ve nispeten uzun bir süre boyunca ABD, bizim başlıca diplomatik düşmanımız olacaktır.”
Takip eden on yıl boyunca George W. Bush yönetimi, Çin’i uluslararası düzende “sorumlu bir paydaş” olmaya teşvik etti ve bir dizi ABD-Çin “stratejik ekonomik diyaloğu” başlattı. Obama yönetimi, bu diyalogları ilişkideki tüm önemli konuları kapsayacak şekilde genişletti ve Çin’in “temel çıkarlarına” saygı gösteren ortak bir bildiri yayımladı; tüm bunlar “stratejik güvence” arayışıydı. Ancak Çinli liderlere güven verilmedi. Akademisyenler Andrew Nathan ve Andrew Scobell’in Çin kaynaklarını inceledikten sonra 2012’de yazdıkları gibi: “Çinliler ABD’nin Çin’in siyasi nüfuzunu azaltmaya ve Çin’in çıkarlarına zarar vermeye çalışan revizyonist bir güç olduğuna inanıyor.” Çinli liderler, ABD’nin teknoloji ve pazar erişimini memnuniyetle karşılasalar da ABD’nin bölgelerindeki devasa askeri varlığı, Pekin’i dışarıda bırakacak bir trans-Pasifik ticaret blokunu müzakere etme çabaları, Çin’in iç işlerine karışan Amerikan sivil toplum örgütleri ordusu ve üst düzey ABD’li yetkililerin angajmanın amacının Çin’i liberalleştirmek olduğunu defalarca ilan etmeleri gibi rejimlerine dönük tehditler onları daha çok etkiledi. ABD’nin 1999’da Çin’in Yugoslavya’daki büyükelçiliğini bombalaması gibi kötü anılar, ÇKP liderlerinin zihninde iyi anılardan çok daha fazla yer ediyordu ki bu da rekabette sık rastlanan bir psikolojik olgu.
Yeniden angajmanı destekleyenler Washington’un Çin’i pozitif toplamlı bir uluslararası düzene dahil etmek istediğini açıkladığını görmek istiyor. Fakat Çinli liderler, ABD’nin dahil etme tekliflerini gayet iyi anlıyorlar, belki de pek çok Amerikalıdan daha iyi anlıyorlar. Sovyet Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni Batı düzenine entegre etmeye çalıştığında neler olduğunu gördüler. Deng’in öngördüğü gibi, ABD’nin angajmanının “temiz havasına” açılan pencere, yıkıcı siyasi güçler şeklindeki “sineklerin” içeri girmesine de imkân sağladı. Benzer bir şeyin Çin’de yaşanmasını önlemek için ÇKP, liberal siyasi baskıları uzak tutarken açık bir küresel düzenin faydalarından istifade etmek üzere tasarlanmış otoriter bir kapitalist sistem geliştirdi. Amerikalılar için bu durum —ÇKP’nin gelecekte uluslararası sınırlar ve kurallar üzerindeki mücadelesinde kendisini güçlendirmesine yardımcı olan kısmi Çin entegrasyonu— olabildiğince iyi oldu.
Bu destansı mücadele şimdi eli kulağında gibi görünüyor. Gorbaçov’un ya da daha kötüsünün akıbetine uğramamaya kararlı olan Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, iktidardaki zamanını Çin’in ve kendisinin etrafında bir kale inşa ederek geçirdi. Ulusal güvenlik stratejisi, Sovyet Komünist Partisi’ni yok eden ama aynı zamanda Soğuk Savaş’ı barışçıl bir şekilde sona erdiren reform ve tavizlerin tam tersini öngörüyor. Muazzam bir askeri yığınak, her kurum üzerinde parti kontrolünün yeniden tesis edilmesi, ÇKP’yi yaptırımlardan korumaya dönük destansı bir kampanya: bunlar liberal bir süper güçle yeniden ilişki kurmak isteyen bir rejimin ayırt edici nitelikleri değil. Bilakis Şi’nin yoldaşlarını tekrar tekrar uyardığı gibi, “en kötü durum ve aşırı senaryolara ve sert rüzgarların, dalgalı suların ve hatta tehlikeli fırtınaların büyük testlerine” hazırlanan mağdur bir diktatörlüğün işaretleri.
Kapaklar kapansın
Önümüzdeki yıllarda en olası senaryo, ABD ile Çin’in stratejik ekonomik sektörlerini birbirinden ayırmaya devam ettiği, Doğu Asya’da askeri açmazlarını sürdürdüğü, rakip dünya düzeni vizyonlarını desteklediği ve ulus ötesi sorunlara çözüm üretmek için rekabet ettiği bir soğuk savaş. Soğuk savaşlar kötüdür ama sıcak savaşlardan daha iyidir. ABD ve Çin’i birbirine bağlayan pek çok bağ —özellikle de yoğun iktisadi bağlar— güvensizliklerini artırıyor ve yeni çatışma alanları haline geliyor. ABD’li karar alıcılar açısından iki tarafı birbirine daha bağımlı hale getirmeye çalışmaktansa, aralarında tampon oluşturacak yollar bulmak daha iyi olabilir.
Soğuk savaş her türlü işbirliğini dışlamaz. Sonuçta ABD ile Sovyetler Birliği, hakimiyet için rekabet ederken bile çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için birlikte çalışmışlardı. Tarihsel olarak, büyük güçlerin rakipleri, savaş halinde olsalar bile, stratejik olmayan sektörlerde en azından bir miktar ticareti ve birbirleriyle toplumsal bağları sürdürdüler. Diplomatik görüşmeler, öncesinde istikrarı bozucu tavizler verilmediği sürece devam edebilir, zira bu görüşmeler hem müttefiklere hem de hasımlara ABD’nin bir süper gücü devirmeye kararlı olmadığı mesajını verir. Ancak soğuk savaş, ABD’nin Çin’i çevrelemesini gerektirir ki bu strateji yeniden angajmandan üç temel açıdan farklı.
Birincisi, çevreleme caydırma ve inkâra güvence vermekten daha fazla öncelik verir. ABD mümkün olduğunca Çin’i yatıştırmalı ama bunu ABD’nin kabiliyetlerini zayıflatmak ya da ABD’nin hayati konulardaki kararlılığı hakkında karışık sinyaller göndermek pahasına yapmamalı. Örneğin, ABD Tayvan’ın bağımsızlığına verdiği desteği reddedebilir ama aynı zamanda Taipei’ye silah satışını hızlandırmalı, Doğu Asya’daki ABD üs yapısını çeşitlendirmeli, güçlendirmeli ve Tayvan’a yönelik bir Çin saldırısına ABD’nin sert karşılık vereceğini yakınlardaki güçlü bir askeri varlık aracılığıyla iletmeli. Benzer şekilde ABD, Biden yönetiminin şu anda yapmayı amaçladığı gibi, Çin’e yönelik iktisadi kısıtlamalarını “küçük bir avlu” sektörüyle sınırlayabilir ama ekonomik baskıyı da askeri ihmalle —imparatorluk Japonya’sının Pearl Harbor’a giden yolunu aydınlatan ölümcül kombinasyon— eşleştirmekten kaçınmak için mühimmat, özellikle de gemi savar füzeleri stoklamalı.
İkincisi, çevreleme diplomatik müzakerelerdeki havuç ve sopa sıralamasını tersine çevirir. Angajman rakibi müzakere masasına çekmeyi içerirken, çevreleme önce kabiliyetleri artırmakla başlar ve ardından güçlü bir pozisyondan diplomasiyi sürdürür. Örneğin, Trump ve Biden yönetimlerinin bazı üyelerinin iyi niyet göstergesi olarak gümrük vergilerini tek taraflı olarak azaltmayı veya Pekin’e dönük yaptırımları ertelemeyi düşündükleri bildirildi. Daha iyi bir yaklaşım, mayıs ayındaki G7 toplantısında olduğu gibi müttefiklerle görüşmeler yaparak Çin’in baskılarını kontrol altına almak üzere bir serbest dünya ekonomi ve güvenlik bloku oluşturmak ve ardından Pekin ile ticaret ve teknoloji savaşlarını birlikte çözmeye çalışmak olacaktır.
Üçüncüsü, çevreleme başarıyı ABD-Çin ilişkilerinin dostane olup olmamasıyla değil, ABD’nin çıkarlarını ve değerlerini etkin bir şekilde savunup savunmadığıyla ölçer. Yeniden angajmanı destekleyenler, Çin ile rekabetin Amerikan dış politikasını tükettiğini ve ABD’nin Pekin’i sopalamanın ötesinde bir dünya vizyonundan yoksun olduğunu iddia ediyorlar. Ancak ABD, on yıllardır aynı vizyonu benimsiyor. Liberal düzen olarak adlandırılan bu sistem, katılımcıların rövanşist imparatorluklar tarafından yutulma korkusu olmadan barış içinde ticaret yapabildiği ve gelişebildiği açık bir ticari sistem. Japonya’yı pasifize ederek ve Çin halkına yabancı sermaye, teknoloji ve pazarlara eşi benzeri görülmemiş bir erişim sağlayarak Çin’in yoksulluktan kurtulmasını mümkün kılan sistem budur. Bu sistem, Amerikalı karar alıcıların defalarca Çin’den korumasına yardım etmesini istedikleri sistem. Fakat ÇKP, bunun yerine saldırgan toprak talepleri, yaygın merkantilizmi ve Rusya’nın Ukrayna’ya uyguladığı zulme verdiği destekle bu sistem için ciddi bir tehdit haline geldi. Bazı yeniden angajman savunucuları, Çin ile ilişkileri geliştirmek için uluslararası ticaret kuralları ve insan hakları yasaları gibi düzenin unsurlarından feragat edilmesi çağrısında bulunuyor. Hatta bazıları uluslararası sınırlar ve Doğu Asya’daki deniz güzergahlarına erişim konusunda taviz vermeyi öneriyor. Çevreleme politikası ise bunun tam tersini yaparak Çin’in revizyonist amaçlarından ödün vermesinde ısrar eder ve eğer ÇKP bunu reddederse liberal düzenin yakın zamanda sıkı bir ABD-Çin ortaklığı etrafında dönmeyeceğini kabul eder.
Çin liderleri “Kurt Savaşçı” diplomasilerine özgü bir öfkeyle uluyacakları için çevreleme ilk başta ters etki yaratabilir. Fakat bazen yakın vadede en sıkıntılı görünen politika, kalıcı bir barış için en iyi şansı sunar ve şu anda en güvenli görünen politika uzun vadede felaket olabilir. Yatıştırma ve çevreleme arasında ihtiyatlı bir orta yol gibi görünen yeniden angajman, en tehlikelisi olabilir, zira ne Çin’in taleplerini tatmin eder ne de Pekin’i istediğini zorla almaktan alıkoyar. Çinli liderler, ABD’nin angajman tekliflerini sürekli olarak gizli bir çevreleme olarak algıladıklarından, ABD’nin karşı karşıya olduğu seçim angajman ve çevreleme arasında değil, yumuşak ve bocalayan ama yine de kışkırtıcı bir çevreleme biçimi ile en azından Çin’in saldırganlığını caydırma umudu taşıyan net ve katı bir versiyon arasında.
Tabii bir de teslimiyet var. ABD, Çin’in toprak iddialarını tanıyarak ve Amerikan güçlerini Doğu Asya’dan çekerek en azından kısa vadede Çin ile çatışmaktan kaçınabilir. Bu tür aşırı tavizleri savunan çok az kişi var. Ancak angajman konusunu cazip kılan şeylerden biri de uzlaşmanın başarısız olması halinde ABD’nin her zaman sıfırlama düğmesine basabileceği, Çin’e bir nüfuz alanı tanıyabileceği ve nispeten zarar görmeden çıkabileceği yönündeki örtük varsayım. Çin’i çevreleyip savaş riskini göze almaktansa uyum sağlayıp yatıştırma riskini göze almanın daha iyi olacağı düşünülüyor.
Fakat teslimiyetle ilgili sorun, Çin’in taleplerinin yalnızca ABD tarafından karşılanamayacağı. ÇKP’yi mutlu etmek için Tayvan’ın acımasız bir diktatörlük tarafından yutulmayı kabul etmesi ve komşu ülkelerin kıyı şeritlerinin ötesine geçme izni için Pekin’e yalvarması gerekecektir. Bunların hiçbiri mümkün değil, bu nedenle ABD’nin geri adım atmasının en muhtemel sonucu barışçıl Çin hegemonyasına kusursuz bir geçiş değil, şiddetli bir kaos olacaktır. Tamamen askerileşmiş bir Japonya, Seul, Taipei ve Tokyo’nun nükleer silahlardan arınması ve cesaretlenmiş bir Kuzey Kore tekil olarak en belirgin riskler. Asya’daki tedarik zincirlerinin ve ABD’nin Avrupa’daki ittifaklarının çökmesi gibi potansiyel zincirleme etkiler daha az belirgin ki bunlar ABD’nin Çin’in doldurması için bir güvenlik boşluğu yarattığını görmenin şokunu atlatamayabilir.
Belki Amerikalılar ortaya çıkan fırtınayı Batı Yarımküre’nin güvenliğinde atlatabilirler ama her iki dünya savaşının tarihi de eninde sonunda Avrasya girdabının içine çekileceklerini gösteriyor. En azından, ABD’nin bu olasılığa ve Doğu Asya’yı ele geçirdikten sonra Batı Pasifik’teki ABD topraklarına göz diken bir Çin devi olasılığına karşı kendini tepeden tırnağa silahlandırması gerekecektir. Her iki durumda da ABD başladığı yere —Çin’i kontrol altına almaya— geri dönecektir; ancak müttefikleri, güvenli tedarik zincirleri, ileri konuşlandırılmış kuvvetleri ya da fazla güvenilirliği olmadan. Bunu telafi etmek için ABD’nin bir garnizon devlete dönüşmesi gerekebilir, zenginlikleri ve sivil özgürlükleri baş döndürücü bir militarizasyonla erozyona uğrayabilir.
Eğer tek alternatif felaketle sonuçlanacak bir sıcak savaş ya da sonu gelmeyen ve mali açıdan sakatlayıcı bir soğuk savaş olsaydı, teslimiyet denemeye değer olabilirdi. Ancak ABD’nin Çin’i çevrelemesinin daha parlak bir geleceğe giden geçici bir ara istasyon olabileceğini ummak için nedenler var. İlk Soğuk Savaş sırasında çevreleme, komünist sistemin zayıflıkları Moskova’nın gücünü azaltana ve Sovyetleri hırslarını radikal bir şekilde azaltmaya zorlayana kadar Sovyet ilerlemelerini engellemek üzere tasarlanmıştı. Bugün Çin için de aynı hedef söz konusu olmalı ve bu hedefe ulaşmak için kırk yıl gerekmeyebilir. Çin’in yükselişinin itici güçleri şimdiden duraklamaya başladı. Yavaşlayan büyüme, artan borç, otokratik beceriksizlik, sermaye kaçışı, genç işsizliği ve azalan nüfus, Çin’in kapsamlı ulusal gücüne zarar veriyor. ÇKP aynı zamanda yakın ve uzak düşmanlar ediniyor. Çin’in komşularının çoğu ordularını güçlendiriyor ve dünya servet stoklarının yarısından fazlasını kontrol eden G7’nin başını çektiği büyük ekonomiler, Pekin’e her yıl yüzlerce yeni ticaret ve yatırım engeli koyuyor. Çin, 100’den fazla ülkeye 1 trilyon dolardan fazla kredi vererek küresel Güney’de iyi niyet kazandı. Ancak bu kredilerin çoğunun vadesi 2030 civarında dolacak ve pek çoğu geri ödenmeyecek. Bu kadar çok yükümlülük altına girmiş ve bu kadar çok rakiple karşı karşıya olan bir ülkenin bir süper güç ve onun zengin müttefikleriyle rekabet etmeye nasıl devam edebileceğini görmek zor. ABD’nin Çin’i sonsuza kadar kontrol altında tutmasına gerek yok, sadece mevcut eğilimlerin devam etmesine izin verecek kadar uzun bir süre. Bu gerçekleşirse, Şi’nin Çin hakimiyeti hayali ulaşılamaz görünmeye başlayacak ve halefleri diplomatik ılımlılık ve iç reform yoluyla ülkenin ekonomik durgunluğunu ve jeopolitik kuşatılmışlığını ele almak zorunda hissedebilirler.
Bu arada, çevreleme şiddetli çatışmalara yol açmak zorunda değil. Rekabet, ABD ve Çin’in insan bilgisinin sınırlarını yeni zirvelere taşıyan ve uluslar ötesi sorunlara yenilikçi çözümler üreten bir teknoloji yarışına girdiğini görebilir. Bu aynı zamanda iki rakibin benzer düşünen devletlerden oluşan ve kalpleri ve zihinleri kazanmaya ve sınırlardaki etkilerini genişletmeye çalışmak için yardım sağlamak da dahil olmak üzere şiddet içermeyen araçlar kullandıkları iç barışçıl bloklar geliştirdikleri anlamına da gelebilir. Bu tür bir rekabet dünya için o kadar da kötü olmayabilir ve modern tarihin çoğunu karakterize eden büyük güç savaşlarından kesinlikle daha iyi olacaktır. Tek ve uyumlu bir uluslararası sistem olan “tek dünya” hayali şimdilik imkânsız olabilir ama bu iki rakip düzen arasında gergin de olsa barışçıl ilişkiler olmasını engellemez. Bu rekabette Çin’i kontrol altına almak ciddi riskler ve maliyetler doğuracaktır, ama daha da yıkıcı bir çatışmadan kaçınmanın en iyi yolu bu.