Popülist sağın en büyük zayıflığı
"AB o kadar güçlü ki varlığını kabul etmekten başka bir alternatif yok. Bunun trajik sonuçlarını Meloni hükümeti örnekliyor."
Çevirmenin notu: Avrupa’nın geneli itibariyle ana akımda “sağ popülist” olarak anılagelen, klasik sağ muhafazakâr ideolojik yönelimlerle var olan cırtlak sesli bir dizi unsur mevcut. Almanya’da AfD’de olduğu gibi bunların içerisindeki iç çelişkiler bir yana, doğrudan Brüksel bürokrasisine karşı meydan okuma teşkil ettikleri yönünde yanlış bir algı söz konusuydu. Bilakis iktisadi politikaları açısından bu partilerin neoliberal ajandaya tümüyle uyumlu olduğu, bilhassa son dönemde İtalya’daki Giorgia Meloni örneğinde de görüleceği üzere, daha bariz gözlemlenebilir. Aşağıda tercümesi verilen makalede İtalyan yazar Thomas Fazi, söylemde karşılaşılan farklılaşmaya rağmen söz konusu unsurların yerleşik düzene yönelik yıkıcı değil, tamamlayıcı bir pozisyonda olduklarına dikkat çekiyor.
Popülist sağın en büyük zayıflığı
Thomas Fazi, Unherd
24 Temmuz 2023
Avrupa’nın yeni siyasi liderleri pek de devrimci değil
Pandeminin popülizmin sonunu getireceği ve seçmenleri yeniden siyasi ana akıma iteceği yönündeki tahminlerin hüsnükuruntudan öteye gitmediği ortaya çıktı. ABD’de anketler Trump’ın Biden’a yaklaştığını gösteriyor. Avrupa’da ise yeni bir sağ popülist dalga kıtayı kasıp kavuruyor.
Hafta sonunda Vox’un güçlü performansı, İspanya’nın Macaristan, Polonya, İtalya, Finlandiya ve Avusturya’ya katılarak sağ popülist bir partiyi iktidara getirme ihtimalini doğruladı. Bu arada Almanya’da AfD, anketlerde ikinci sıraya yükseldikten sonra ilk belediye başkanını ve ilçe yöneticisini seçti; Hollanda’da yeni kurulan Çiftçi-Yurttaş Hareketi, mart ayındaki ilk eyalet seçimlerini kazandı; Avusturya’da Özgürlük Partisi anketlerde önde gidiyor ve Fransa’da anketler Le Pen’in Macron ile ikinci tura kalacağını gösteriyor.
Sağa doğru yaşanan bu kayma hiç şüphesiz önümüzdeki haziran ayında seçilecek olan bir sonraki Avrupa Parlamentosu’nun yapısını da etkileyecektir. Avrupa’nın dört bir yanındaki sağcılar ise sevinçten havalara uçuyor. Yakın zamanda Vox’u desteklemek için düzenlenen bir mitingde Giorgia Meloni sevincini gizleyemedi ve “vatanseverlerin zamanının geldiğini” iddia ederek “Avrupa siyasetinde değişim” olduğunu duyurdu.
Sağ popülizmin önümüzdeki yıllarda giderek daha etkili bir rol oynaması kaçınılmaz görünüyor. Fakat bu “vatanseverlerden” tam olarak ne tür bir “değişim” beklemeliyiz? Kültürel açıdan bakıldığında, bu partiler liberal-ilerici ana akımdan daha uzak olamazlar: Avrupa’nın geleneklerine ve dini mirasına bağlılık, avrokratlardan hoşlanmama ve duyarcı her şeye —göç, cinsiyet ideolojisi, yeşil fanatizm— karşı çıkma gibi ortak noktaları var. Dolayısıyla hem tek tek ülkelerde hem de Avrupa düzeyinde bu cephelerde kesinlikle bir geri itme —daha rahat iklim politikaları, daha kısıtlayıcı göç politikaları ve toplumsal cinsiyet hakkında daha az konuşulması— bekleyebiliriz.
Fakat popülist olarak nitelendirilen bu partiler, tartışmasız daha önemli olan diğer konularda ana akımla tuhaf bir şekilde uyumlu. Örneğin iktisadi politikalar açısından, neredeyse hepsi AB’de yerleşik neoliberal ortodoksiye bağlı; birkaç istisna dışında, iktisadi gündemleri kemer sıkma yanlısı, kuralsızlaşma yanlısı, emek ve refah karşıtı politikalar etrafında dönüyor.
Yeni Finlandiya hükümetinin geniş kapsamlı refah kesintileri, şirketlerin işçi çıkarmasını kolaylaştıracak kurallar, toplu pazarlık hakkına sınırlamalar ve grev yapan işçilere para cezaları içeren iktisadi programını aklınıza getirin. Benzer şekilde Vox’un iktisadi programı da Miquel Vila’nın deyimiyle “kamu ihalelerine bağımlı büyük şirketler topluluğunu desteklerken iktisadi kuralsızlaşmadan yana olan özel İspanyol neoliberalizmine” dayanıyor. Aynı durum (ufak farklılıklarla) Avusturya Özgürlük Partisi'nden AfD’ye ve Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri’ne kadar pek çok sağ popülist parti için de geçerli.
Elbette istisnalar da var. Mesela Le Pen, devlet müdahaleciliği, sosyal koruma ve kamu hizmetlerinin savunulmasına dayanan Keynesyen yönelimli ılımlı bir yeniden bölüşüm programına inanıyor; geçmişte Macron’un pek çok önerisindeki “neoliberal” mantığı eleştirmişti. Viktor Orbán’ın iktisadi politikaları bile —ki bunlar arasında hızla artan enflasyona karşı temel malların fiyatlarının sınırlandırılması da var— bazı açılardan ortodoksiye meydan okumuştu.
Ancak genel anlamda bu sağ popülist dalganın iktisadi politikalarında büyük bir değişikliğe yol açacağına inanmak için çok az sebep var. Bu da son derece sorunlu bir durum; zira bu partilere verilen desteğin büyük bir kısmı —bunda mutlaka rolü olsa da— duyarcılıktan bıkmış seçmenlerden değil, sosyoekonomik durumlarından ve iktisadi güvencelerinin olmamasından endişe duyanlardan geliyor. Milyonlarca Avrupalının enflasyon ve düşen reel ücretlerle mücadele ettiği bir dönemde, bir sonraki seçim döngüsünde hayatta kalmak isteyen her partinin, oylarından maddi fayda bekleyen seçmenlerin çoğunluğuna da karşılık vermeleri gerekecektir. Bu anlamda, bu partilerin çoğunun iktisadi ortodoksiye bağlı olması, ne kendi gelecekleri ne de geçim sıkıntısı çeken milyonlarca Avrupalının geleceği için iyiye işaret.
Bununla beraber ekonomik statükoya meydan okumayı tercih eden partiler bile bugün ülkelerin, özellikle de Avro Bölgesinde sahip oldukları son derece sınırlı özerklikle mücadele etmek zorunda. Bu, günümüz sağ popülizminin daha da çarpıcı bir yönüyle alakalı: “Brüksel bürokratlarına” ve “küreselci elitlere” karşı çıkmak ne kadar hoşlarına gitse de neredeyse tamamı programlarından (bu iddiayı dile getirenler) AB’den ve/veya avrodan çıkma sözünü çıkardılar. Günümüzde sağ popülistlerin tamamı “AB’yi içeriden değiştirmekten” bahseden Avrupa reformcuları. Bu durum, 2010’ların ortalarındaki ilk Avrupa popülist dalgasına kıyasla ciddi bir değişimi temsil ediyor; o dönemde önde gelen popülist partilerin çoğu —Ulusal Cephe, AfD, Kuzey Ligi, Beş Yıldız Hareketi, hatta İtalya’nın Kardeşleri— açıktan kendi ülkelerinin AB’den veya avrodan çıkmasını talep ediyordu.
Bu gelişme, Temmuz 2021’de Avrupa’daki tüm büyük sağ popülist partilerin AB çerçevesinde çalışmayı kabul ettikleri belgeyi imzalamalarıyla resmiyet kazandı. Bu durum kaçınılmaz olarak, üye ülkelerin üzerinde çok az kontrol sahibi olduğu sosyoekonomik konulardan daha kültürel konulara odaklanılmasını gerektirdi: ulusal egemenlik mücadelesinden geri çekilerek, statükoya ve AB’nin kendisine yönelik meydan okumalarını tamamen kültürel ve kimliksel terimlerle ifade etmekten başka seçenekleri yoktu. Bu nedenle belgede Avrupa uluslarının “geleneğe, Avrupa ülkelerinin kültür ve tarihine saygıya, Avrupa’nın Yahudi-Hıristiyan mirasına ve uluslarımızı birleştiren ortak değerlere” dayanması gerektiği çağrısında bulunuldu. Mesele buna katılıp katılmamak değil, AB’nin muhalefeti sosyoekonomik alandan kimliksel alana, yani kültür savaşlarına kaydırmayı nasıl başardığı.
Bu vurgunun ortaya çıkmasında çeşitli faktörler etkili oldu ama bunlardan en önemlisi, AB’nin kendi idaresine meydan okumaya çalışan ilk popülist hükümete, yani 2018 İtalya seçimlerinden çıkan Lig-Beş Yıldız hükümetine verdiği ezici tepkiydi. O dönemde AB, hükümetin iktisadi statükodan sapmasını önlemek için mali ve siyasi baskı da dahil olmak üzere çok çeşitli araçlara başvurdu ve nihayetinde koalisyonun bir yıldan biraz daha uzun bir süre içinde çökmesine neden oldu. Bu deneyim, tek bir ülkenin AB’nin iktisadi çerçevesine meydan okuma marjının —en azından avro bağlamında— sıfıra yakın olduğunu gösterdi.
Kendilerini Brüksel’den kontrolü geri almaya adadıkları iddia edilen “milliyetçi” ve “vatansever” partilerden, Brexit’in uygulanabilir olduğunu gösterdiği AB’den çıkma zaruretine ilişkin farkındalığın artması beklenebilirdi. Bunun yerine tam tersi bir sonuca ulaştılar: AB o kadar güçlü ki varlığını kabul etmekten başka bir alternatif yok. Bunun trajik sonuçlarını Meloni hükümeti örnekliyor: Avrupa Birliği’nin (ve NATO’nun) dikte ettiği politikalara riayet etmekten başka seçeneği olmayan, boş kültür savaşı retoriği yapan, sözüm ona “egemenlikçi” bir hükümet. Avro çerçevesinde sağ popülizmin kaçınılmaz kaderini —iktisadi ana akımın duyarcılık karşıtı bir versiyonu haline gelmek— simgeliyor.
Avrupa seçimleri yoluyla AB’yi “içeriden” değiştirmeyi gayeleyen tüm bu umutlar da aynı şekilde hayal mahsulü. Eğer AB sahiden egemen bir parlamentoya sahip tam teşekküllü bir federal yapı olsaydı, bu umutlar mantıklı olabilirdi. Ama öyle değil. Aslında Avrupa Parlamentosu nispeten sınırlı yetkilere sahip: ulusal parlamentoların aksine, yasama başlatma yetkisine bile sahip değil. Bu yetki neredeyse tümüyle AB’nin “yürütme” kolu olan, seçimle gelmemiş ve “herhangi bir hükümetten ya da başka bir kurum, organ, ofis ya da oluşumdan talimat almayacağına” söz veren Avrupa Komisyonu’na ayrıldı. Avrupa Parlamentosu, Komisyon’un kendi yasa tekliflerini onaylama ya da reddetme (ya da değişiklik önerme) yetkisine sahip olsa da bu durum Komisyon’un eylemleri üzerinde nispeten az kontrolü olduğu gerçeğini değiştirmez. Hatta Avro Bölgesi hükümetleri üzerinde ölüm kalım yetkisine sahip olan Avrupa Merkez Bankası üzerinde daha da az kontrole sahip.
Fakat ekonomi bir faktör olmasaydı bile, sağ popülist dalganın yaşam beklentisi konusunda şüpheci olmak için daha büyük bir sebep var. Avrupa’nın geleceğini ilgilendiren belki de en önemli konuda —Ukrayna’daki savaş ve birliğin jeopolitik konumu— partiler derin bir şekilde ayrışmış durumda. İskandinav, Baltık ve Doğu partilerinin çoğu, tıpkı ana akım muadilleri gibi, NATO ile daha sıkı bağlar kurulmasından yana ama aynı şey Vox ve Meloni için de geçerli. Bir de buna şiddetle karşı çıkan ve Rusya ile ilişkilerin yeniden normalleştirilmesinden yana olanlar var ki bunların başında Orbán, Le Pen ve Avusturya Özgürlük Partisi geliyor. Bir de AfD gibi bu konuda derin bir ayrışma yaşayanlar var.
Bu ayrışmalar temelde, AB’nin üye ülkelerini karakterize eden genellikle farklı ve hatta çatışan iktisadi ve jeopolitik çıkarları yansıtıyor. Eğer sağ popülistler bu farklılıkların duyarcılık karşıtlığı hilafına iptal edilebileceğini ve ortak bir Avrupa politikasında sentezlenebileceğini düşünüyorlarsa, ana akımın son 30 yıldır sattığı aynı Avrupa düşmanı yanılsamayla hareket ediyorlar demektir. Nihayetinde, sadece kültürel değil maddi anlamda da gerçek bir popülist ajanda sunabilecek tek bir proje var, o da ulusal egemenliği ve demokrasiyi AB’den geri almaya odaklanan bir proje. Dolayısıyla Avrupa’nın sağ popülistlerinin bu projeden tamamen vazgeçmiş olması bir trajedi.