Küresel Güney'in dönüşü
"Bugün küresel Güney geri döndü. Tutarlı, organize bir gruplaşmadan ziyade jeopolitik bir olgu olarak varlığını sürdürüyor."
Çevirmenin notu: Sömürge tecrübesi olan ülkelerin bir miktar güçlendikten sonra belli bir özerklik talep etmeleri, ABD ve beraberindekilerinin kabullenmek istemediği ama zorunda kaldığı bir olgu. Bu talebin meşruluğu bir yana, söz konusu ülkelerin bu talebi önümüzdeki dönemde çok daha gür sesle dile getirme imkânı bulacağı muhakkak. Fakat küresel Güney’i yekpare algılamak da yanılgı kabul edilebilir. Quincy Institute for Responsible Statecraft’ın Küresel Güney Programı Direktörü Sarang Shidore’un değerIendirmesi.
Küresel Güney’in dönüşü: Batı gücünün yeni eleştirisini ahlakçılık değil, gerçekçilik belirliyor
Sarang Shidore
31 Ağustos 2023
Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı, Batılı gözlemcilere büyük güçlerin ve onların çekirdek müttefiklerinin dışında bir dünyanın var olduğunu hatırlattı. Büyük ölçüde Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinden oluşan bu dünya, ihtilafta net bir taraf tutmaya direndi. Böylelikle savaş, jeopolitikte önemli bir faktör olarak küresel Güney’e ışık tuttu. Nitekim Foreign Affairs dergisi kısa süre önce bir sayısını “Bağlantısızlar Dünyası”nın motivasyonlarını anlamaya ayırmıştı. Günümüzün jeopolitik manzarası yalnızca ABD ile büyük güç rakipleri Çin ve Rusya arasındaki gerilimlerle değil, aynı zamanda orta ölçekli güçlerin ve hatta daha küçük ölçeki güçlerin manevralarıyla da tanımlanıyor.
Küresel Güney ülkeleri beşeriyetin büyük çoğunluğunu barındırıyor, ancak arzuları ve hedefleri uzun zamandır jeopolitiğin dipnotlarında kaldı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Bağlantısızlar Hareketi ve Birleşmiş Milletler’deki G-77 gibi gruplar, eskiden emperyal güçlerin hâkim olduğu dünyada daha yoksul ve sömürgesiz ülkelerin kolektif çıkarlarını ilerletmeye çalıştılar. Dayanışmaları büyük ölçüde ideallere ve her zaman somut sonuçlar üretmeyen ortak bir ahlaki amaç duygusuna dayanıyordu. Soğuk Savaş sona ermeden önce bile, bu ülkeleri bir araya gelmeye motive eden ahlakçılık dağılmaya başladı. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki tek kutuplu on yıllar, küresel Güney’i mutlak bir güç olarak kenara itmiş gibi görünüyordu.
Fakat bugün küresel Güney geri döndü. Tutarlı, organize bir gruplaşmadan ziyade jeopolitik bir olgu olarak varlığını sürdürüyor. Etkileri, yakında asıl üyeleri Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya ve Güney Afrika’nın ötesine geçebilecek BRICS grubu gibi yeni ve büyüyen koalisyonlarda ama daha da çok devletlerin münhasır eylemlerinde hissediliyor. Güney dayanışmasının idealizminden ziyade ulusal çıkarlar tarafından belirlenen bu eylemler, parçalarının toplamından daha fazlasını oluşturuyor. Büyük güçlerin eylemlerini kısıtlamaya ve onları küresel Güney’in taleplerinin en azından bir kısmına yanıt vermeye kışkırtmaya başlıyorlar.
İsmi önemli değil
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dekolonizasyon süreci, 1940’lardan 70’lere kadar Birleşmiş Milletler’e çok sayıda yeni ulus devlet ekledi. Fransız sosyal bilimci Alfred Sauvy, 1952 tarihli makalesinde bu ülkelere atıfta bulunmak için “Üçüncü Dünya” terimini ortaya attı. Bağımsızlığını yeni kazanan eski sömürgeler ile devrim öncesi Fransa’sının “görmezden gelinen, sömürülen, hor görülen”, toplumun sıradan yurttaşlarından oluşan kesimi Üçüncü Dünya arasında bir paralellik görüyordu. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünist “İkinci Dünya”nın dağılmasından sonra “Üçüncü Dünya” teriminin modası geçmiş gibi görünüyordu. Ayrıca uluslararası sistemde daha zayıf ülkelere karşı aşağılayıcı olarak görülmeye başlandı.
“Gelişmekte olan ülkeler” terimi Birleşmiş Milletler’in ilk yıllarında kullanılmaya başlanmıştı. Günümüzde kullanılmaya devam edilse de bu terim de giderek gözden düşüyor. Ülkeleri “gelişmekte olan” ya da “gelişmiş” olarak sıralama fikri, doğrusal bir kalkınma yolu fikrini —toplumların Japonya, ABD ve Avrupa’dakilere benzeyene kadar geri kalmış bir durumda oldukları— dolaylı olarak onayladığı için eleştirilere maruz kaldı.
“Küresel Güney” terimi bu tuzaklardan kaçınmayı amaçlıyor. Bu terimin de kökeni yirminci yüzyıla dayanıyor. Bu terim, eski Alman Şansölyesi Willy Brandt liderliğindeki bağımsız bir komite tarafından hazırlanan 1980 tarihli meşhur North-South: A Programme for Survival adlı raporda dönemin Tanzanya Devlet Başkanı Julius Nyerere liderliğindeki bir BM paneli tarafından hazırlanan 1990 tarihli The Challenge to the South: The Report of the South Commission adlı 1990 tarihli raporda kullanılmıştı. “Küresel” ön eki Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından 1990’larda eklendi ve muhtemelen o dönemde moda olan bir başka terim olan “küreselleşmenin” artan popülaritesinin bir yan ürünü.
Küresel Güney, Güneydoğu Asya ve Pasifik Adaları’ndan Latin Amerika’ya kadar uzanan, çoğunlukla (ama sadece değil) yoksul veya orta gelirli ülkelerden oluşan geniş bir alanı kapsıyor. Dekolonizasyonun ilk yıllarında, küresel Güney’den tutarlı bir varlık olarak bahsetmek yanlış değildi. Hemen hemen tüm ülkeler, keskin bir şekilde sömürge tecrübesi ve Avrupa’nın egemenliğinden kurtulma mücadelesi eliyle şekillendirilmişti. Neredeyse tamamı iktisadi açıdan zayıftı ve çok az sanayileri vardı. Ayrıca, küresel siyasette koordineli bir eylem platformuyla yeni ve hayati bir güç yaratmayı vaat eden forum ve kurumlarda bir araya geldiler. Afrika ve Asya ülkelerinin 1955 Bandung Konferansı ve 1961 Bağlantısızlar Hareketi’nin kuruluşu, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı çıkmayı, dirijist ekonomiyi desteklemeyi, nükleer silahları reddetmeyi ve barışı korumak ve uluslararası sistemdeki eşitsizlikleri çözmek için BM’ye olan inancı sürdürmeyi temel alan bir dayanışma vizyonunu dile getirdi.
Fakat 1960’larda bile bu harekette çatlaklar ortaya çıkmaya başlamıştı. Hindistan’ın 1962’de Çin karşısında aldığı yıkıcı askeri yenilgi, küresel Güney’in birliğini daha iyi şekillendirme potansiyelini sekteye uğrattı. Şili’den Uganda’ya kadar çeşitli ülkelerde yaşanan bir dizi askeri darbe, hareketin ahlaki iddialarına gölge düşürdü. Kısa bir süre sonra Hindistan ve Pakistan, nükleer silah geliştirmeye başladı.
Soğuk Savaş’ı tanımlayan blokların çöküşü ve bunu takip eden Amerikan hakimiyetinin tek kutupluluğu, Bağlantısızlar Hareketi’nin tutarlılığını ve ahlaki iddialarını daha da aşındırdı. Ortaya bir soru çıktı: Artık kime göre bağlantısızdı? Görünüşe göre Güney dayanışması ölmüştü.
Parçalarının toplamından daha büyük
O kadar da çabuk değil. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından gelen tek kutuplu dönem gerilerken, küresel Güney bir kez daha canlanıyor. Fakat bu kez yol gösterici ilke idealizm değil, ulusal çıkarların tereddütsüz benimsendiği ve güç politikalarına daha fazla başvurulduğu realizm söz konusu.
Diğer meta tanımlar gibi (örneğin “Batı”), küresel Güney terimi de biraz muğlak olabilir. Bu tartışmanın amaçları doğrultusunda, 1964 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan bir örgüt olan G-77’nin üyeliği, küresel Güney’in yapısına ilişkin makul bir rehber olarak hizmet edebilir. Bugün 134 üye ülkesi bulunan bu grup kendisini “Güney ülkelerinin ortak müzakere kapasitelerini artırmaları” için gerekli araçları sağlayan, Birleşmiş Milletler bünyesindeki en büyük devletler arası gelişmekte olan ülkeler örgütü” olarak tanımlıyor. Avustralya, Kanada, Japonya, Yeni Zelanda, Güney Kore, ABD ve Avrupa ülkeleri dışındaki neredeyse tüm ülkelerin yanı sıra iki büyük güç olan Çin ve Rusya da dahil olmak üzere birkaç ülkeyi daha kapsıyor. Küresel Güney’in bu genişletilmiş tanımı, Türkiye (NATO müttefiki), Suudi Arabistan gibi Körfez petrol ülkeleri ve Şili ve Singapur gibi eskiden yoksul olan ancak çok daha müreffeh hale gelen ülkeleri de içeriyor. Düşük veya orta gelirli olmak, bir ülkenin küresel Güney’in parçası olduğunun göstergelerinden yalnızca biri. Diğerleri arasında sömürgeci bir maziye sahip olmak veya büyük bir güç ya da büyük bir gücün çekirdek müttefiki olmamak sayılabilir.
Küresel Güney’in bu yeni yinelemesinde yer alan farklı ülkeler çeşitli özellikleri paylaşıyor. Özellikle Afrika’da Avrupa sömürgeciliğinin hatıraları jeopolitik düşünceyi şekillendiren bir faktör olmaya devam ediyor. Bu ülkeler mazinin otarşik devlet güdümlü ekonomi politikalarını büyük ölçüde terk etmiş olabilirler ama zengin ülkeleri “yakalama” güdüleri ortak ve hatta daha acil bir zorunluluk. Özellikle Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika gibi küresel Güney’in orta güçleri arasında hem stratejik özerklik hem de uluslararası sistemde siyasi güçten çok daha fazla pay alma arzuları güçlü ve giderek daha da güçleniyor.
Pek çok yorumcu, küresel Güney’in geri dönüşünün simgesi olarak G20, BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü gibi kurumların ortaya çıkışına odaklanıyor. Fakat devletler arası koalisyonlara odaklanmak, küresel Güney’in kendini göstermesinin en büyük yolunu —tek tek devletlerin eylemleri— gözden kaçırıyor. Her ülkenin ulusal çıkarlarına güçlü bir şekilde dayanan bu çeşitli ve çoğunlukla koordine edilmemiş eylemlerin, parçalarının toplamından daha büyük bir etkiye sahip olması muhtemel.
Küresel Güney ülkeleri büyük ölçüde ticaret ve yatırım çekmeye ve değer zincirinde yukarı çıkmaya odaklanıyor. Son zamanlarda ABD’yi saran ticaret anlaşmalarına ilişkin derin ve genel kaygılardan nadiren mustaripler. Son birkaç on yılda, bu ülkelerin çoğu, seçici korumacı politikaları sürdürürken ve bazen güçlendirirken bile kendilerini pazarın güçlerine açtılar. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde Endonezya ve Zimbabve’nin sırasıyla nikel ve lityum ihracatını kısıtlamaya dönük hamleleri, yurt dışından daha yüksek değerli yatırımları çekmeyi amaçlıyor. Şili’nin yeni lityum politikası, madencilik ve işlemede devletin çok daha büyük bir rol oynamasını içeriyor. Suudi Arabistan’ın yeşil bir hidrojen endüstrisi yaratma ve Hindistan’ın elektronik üretimini çekme çabalarında da benzer güçler iş başında. İdeoloji yerini hibrid ekonomik modellerle pragmatik deneylere bıraktı.
Bir numarayı kollamak aynı zamanda ABD, Japonya ve Avrupa’yı Çin ve Rusya’dan oluşan bir koalisyonla karşı karşıya getiren yeni soğuk savaş dinamiğini reddetmeyi de kapsıyor. Pek çok küresel Güney ülkesi, yirminci yüzyılda olduğundan daha zengin ve bilinçli ve kendilerine fayda devşirmek için her iki tarafla da nasıl oynayacaklarını öğrendiler. Sınırlı büyük güç rekabetinin faydalı olduğunu ama yeni bir soğuk savaşın çıkarlarını tehlikeye atacağını ve toplumlarını çalkalayacağını tecrübe ederek gördüler. Bazı vekalet savaşları gerçekleşebilir ama Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın pek çok bölgesinin bir ya da diğer süper gücün tekrarlanan ve yıkıcı müdahalelerine maruz kaldığı Soğuk Savaş dönemindeki büyük çaplı tahribatların tekrarlanması olası değil.
Bu, ABD ile küresel Güney devletleri arasındaki işbirliğinin mutlaka azalacağı anlamına gelmiyor. Hatta bu ülkelerden bazıları kendi çıkarlarını ilerletmek adına ABD ve diğer büyük güçlerle sınırlı işbirlikleri kurabilir. Yeni Delhi’nin Washington ile güvenlik yakınlaşması Pekin’i dengelemek ve “dostları destekleme” fırsatlarından yararlanmak için var. Fakat bu yakınlaşmanın bile sınırları var: Örneğin Güney Çin Denizi’nde bir savaş çıkması durumunda Hindistan’ın lojistik ve belki de geçici üs desteğinin ötesinde bir katkıda bulunması pek mümkün değil. Ve Hindistan, Rusya söz konusu olduğunda kendi pusulasını takip ediyor, silah ithal ediyor ve şu anda ihraç ettiği BrahMos füzesini ortaklaşa geliştirip üretiyor. Vietnam, Çin ticaretini ve yatırımlarını başarılı bir şekilde çekerken ve ABD ile yarı ittifaka sürüklenmeye direnirken bile Çin’e karşı münhasır ekonomik bölge hak iddialarını inatla sürdürmeye devam ediyor. Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva yönetimindeki Brezilya, Washington’un büyük güç rakipleri Çin ve Rusya ile sıcak ilişkilerini sürdürürken bile iklim değişikliği konusunda ABD ile yakın işbirliği yapıyor. Pakistan ise Çin ile derin bir askeri ve iktisadi ortaklık kurarken, ABD ile ilişkileri daha çok işlemsel hale geldi.
Küresel Güney ülkeler aynı zamanda ret gücü sayesinde de koz elde ediyor. Neredeyse tüm küresel Güney devletleri Ukrayna’nın işgalinin ardından Rusya’ya karşı benimsenen yaptırım rejimini reddetti. Bazıları Moskova ile ticaretlerini artırarak Batı yaptırımlarının etkinliğini büyük ölçüde zayıflattı. Rusya’nın ticareti 2022 yılında Türkiye ile yüzde 87, Birleşik Arap Emirlikleri ile yüzde 68 ve Hindistan ile yüzde 205 oranında arttı. ABD’nin diğer müttefikleri ve Filipinler, Singapur ve Tayland gibi yakın ortakları, Çin ile yaşanacak herhangi bir krizde ABD’nin politikasını sınırlandırmak üzere harekete geçebilir.
En önemlisi de küresel Güney ülkeleri, küresel karar alma yapılarındaki ağırlıkları söz konusu olduğunda büyük ölçüde memnuniyetsiz olmaya devam ediyor. Bu marjinalleştirme, 1960’larda sahip olmadıkları bir ağırlığa sahip olan orta ölçekli güçlerin sahip olduğu gerçek iktisadi etkiyle giderek daha tutarsız hale geliyor. Bu ülkelerden bazıları, küresel büyüme ve iklim değişikliğiyle mücadele için gerekli olan minerallerin, tedarik zincirlerinin ve bazen de inovasyonların önemli kaynakları ve bu da onlara yirminci yüzyılda sahip olduklarından daha fazla etki gücü sağlıyor.
Bu artan uyumsuzluk aynı zamanda mevcut dünya düzeninden duyulan memnuniyetsizliği derinleştiriyor ve örneğin BM sisteminde köklü bir değişim konusunda aciliyet yaratıyor. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nde reform hızlı bir şekilde gerçekleşmeyecektir. Konsey, hala 1945’in jeopolitik gerçeklerini yansıtıyor ve genişlemesi uzak bir ihtimal. ABD’nin uluslararası finansa hala hâkim olması, küresel Güney ülkelerine yönelik geniş kapsamlı ikincil yaptırım tehdidinde bulunmak için çekirdek müttefikleriyle birlikte çalışmasına olanak tanıyor. Fakat küresel Güney ülkeleri, küresel normları şekillendirmeyi ya da bunlara karşı çıkmayı amaçlayan kamuoyu açıklamaları ve önerileri (bazılarının önerdiği Ukrayna barış planları gibi), BRICS’te Çin ve Rusya ile olduğu gibi koalisyonlar, bölgesel kurumlar ve yerel para birimleriyle artan ikili ticaret yoluyla daha fazla özerklik aramaya ve daha fazla küresel etki yaratmaya devam edecektir.
Bu çabaların etkileri şimdiden görülebilir; Washington’un Rusya söz konusu olduğunda henüz büyük ikincil yaptırımlar uygulamamış olması dikkat çekici. ABD öncülüğündeki G7 de bir altyapı girişimi olan Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığını bir araya getirmek için çabaladı ve Washington, Sahel kuşağının Fransız karşıtı darbelerine yanıt verme konusunda nispeten temkinli davrandı. Zamanla yeni küresel Güney, büyük güçleri uluslararası kurumlarda daha fazla söz sahibi olma ve vekalet savaşı faaliyetlerinin çoğundan kaçınmaya dönük taleplerini en azından kısmen karşılamaya zorlayabilir.
Yeni güney, etkisini esas olarak tek tek ülkelerin ulusal çıkarlara dayalı eylemleri aracılığıyla hissettirecektir. Bununla birlikte, Bandung döneminin daha derin koordinasyonunun yankıları iki alanda duyulabilir. Bunlardan ilki iklim değişikliği. Uluslararası müzakerelerde, küresel Güney’in üyeleri, daha fazla iklim finansmanı ve “iklim tazminatı” için baskı yaparak, daha zengin ülkelerle toplu olarak karşı karşıya geliyor. Diğer alan ise, henüz gerçekleşmekten uzak olsa da doların hegemonyasına karşı koymak. Küresel Güney’in dolar rejimini bypass etmesi konusunda teşvikler güçlü ama büyük yapısal engeller kolay çözüme engel oluyor. Fakat yerel para birimleriyle ticaret giderek artıyor ve daha uzun bir süre içinde daha kapsamlı bir çözüm ortaya çıkabilir. Ağustos ayında Johannesburg’da yapılan zirvede BRICS’in genişleyeceğinin açıklanması bu iki çabaya da yardımcı olabilir.
Jeopolitik bir hakikat, hissiyat değil
Küresel Güney içindeki geniş heterojenlik ve orta ölçekli güçlerin yükselişi, çerçevenin dayanıklılığı konusunda bazı soruları gündeme getiriyor. Üyelerinin birbirleriyle ciddi rekabetler içine girmeleri halinde küresel Güney jeopolitik bir olgu olarak daha az önemli hale gelebilir. İklim eylemi aynı zamanda bir oyunbozan olarak da hareket edebilir; Brezilya, Hindistan ve Endonezya gibi büyük karbon ayak izine sahip ülkeler ile başta Afrika’nın bazı bölgeleri olmak üzere, tüm sonuçlarıyla yüzleşseler bile sera gazı emisyonlarına asla fazla katkıda bulunmayacak daha küçük, daha yoksul ülkeler arasında bir çatlak ortaya çıkabilir. Aynı şekilde, orta ve düşük gelirli ülkeler arasındaki uçurum da güneyin etkisini azaltabilir. Zaman içinde Şili ve Malezya gibi orta gelirli ülkeler ile çoğu Afrika’da olmak üzere büyük borç krizleri yaşayan 50’den fazla ülke arasında önemli bir farklılaşma ortaya çıktı.
Ancak bu tür kırılmalar şu anda görünürde yok. Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi orta güçler arasında büyük rekabetlerin ortaya çıkacağına dair çok az işaret var. Coğrafi ayrılıkları ve merkezi çıkarlarını etkileyen ihtilafların olmaması, muhtemelen ilişkilerin öngörülebilir gelecekte de samimi kalmasını sağlayacaktır. Küresel Güney ülkeleri, Avrupalı ve Kuzey Amerikalı meslektaşlarından daha fazla iklim finansmanı talep etme konusunda çoğunlukla birleşik bir cephe oluşturdular. Orta gelirli küresel Güney ülkeleri de yoksul ülkelerin ekonomik ihtiyaçlarına duyarlılık gösteriyorlar; örneğin şu anda G20 başkanı olan Hindistan, düşük gelirli ülkelerin borçlarının hafifletilmesi için bastırıyor.
Küresel Güney, uluslararası güç yapılarının iç çekirdeğinden dışlanmaya devam ettiği sürece jeopolitik bir hakikat olarak varlığını sürdürecektir. Bu ülkelerin uluslararası sistemin yönetiminde (BM Güvenlik Konseyi’ni de içeren ama bunun da ötesine geçen) daha fazla söz sahibi olmaları engellendiği sürece, küresel Güney’in büyük güçler üzerinde baskı kurarak, bazı politikalarının meşruiyetine meydan okuyarak ve kilit arenalarda hareket alanlarını sınırlayarak değişim için bir güç olması muhtemel. Sistemik lider ABD ve en yakın müttefiklerinin yapmaya çalıştığı gibi (Çin ve Rusya da BM Güvenlik Konseyi’nde önemli değişikliklere direniyor) mevcut küresel düzenin statükosunu korumak ve yönetiminin demokratikleşmesine direnmek, ciddi bir reform için sabırsızlığı artıracaktır. Uluslararası düzenin çekirdeğinden uzaklığıyla tanımlandığı ölçüde, yeni küresel Güney, jeopolitik tutarlılığını ancak hedeflerine büyük ölçüde ulaştığında kaybedecektir.