İsrailli tarihçi Amos Goldberg: Bu, adlı adınca soykırımdır
"Yine de tarih bize geleceğin tahmin edilemez olduğunu gösterdi, belki işler daha iyiye gidebilir. Bu soyut fikir, şu anda tek umudum."
İsrailliler tarihçi Amos Goldberg, Siyonist yönetimin Gazze’deki eylemlerinin soykırım olduğunu belirterek, Netanyahu ve müttefiklerinin bu savaşı Filistinlileri topraklarından kovmak ve yerleşimleri genişletmek için bir fırsat olarak gördüğünü ifade ediyor. Goldberg, Batı Şeria’da yerleşimciler ve ordu iş birliğiyle Filistinlilere yönelik şiddetin arttığını, yerleşimcilerin toprakları “Yahudileştirme” çabalarının yoğunlaştığını vurguluyor. Ayrıca Goldberg, İsrail'deki savaşa yönelik desteğin güçlü olduğunu ama ufak da olsa bazı grupların da barış ve ateşkes çağrıları yaptığını belirtiyor.
İsrailli tarihçi: Bu, adlı adınca soykırımdır
Elias Feroz, Jacobin
Elias Feroz: Birkaç hafta önce, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini, oradaki Filistinli nüfusa karşı bir “soykırım” olarak nitelendirdiniz. Hangi spesifik soykırım tanımını kullandığınızı ve Gazze’de yaşananları tanımlamak için bu terimi kullanmanın neden önemli olduğunu kısaca açıklayabilir misiniz?
Amos Goldberg: İbranice yazdığım bir makale var, başlığı “Evet, Bu Bir Soykırımdır”. Siha Mekommit (Yerel Çağrı) adlı bir dergide yayımlandı. Daha sonra İngilizceye çevrildi ve geniş çapta yayıldı.
Bu ciddi bir suçlama ve bunu hafife almıyorum. Bu makaleyi yazmak benim için oldukça zor oldu, zira konu aynı zamanda halkım ve toplumumla da ilgili. Bu toplumun bir parçası olarak, yaşananlardan ben de sorumluyum. 7 Ekim’de İsrail’de yaşanan dehşet verici olaylar ve yıkım, daha önce eşi benzeri görülmemiş düzeydeydi. Yaşananları kavramam ve gözlerimin önünde olup biteni ifade edebilmem biraz zaman aldı. Fakat bir kez ne olduğunu gördüğünüzde artık sessiz kalamazsınız. Bu durum benim için, okurlarım için veya İsrail toplumu için ne kadar acı verici olursa olsun, tartışma bir yerden başlamak zorunda.
Soykırımın pek çok farklı tanımı var, ancak evrensel olarak kabul edilen tek tanım, Aralık 1948’de BM tarafından kabul edilen Soykırım Sözleşmesindeki (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi) tanımdır. Bu hukuki bir tanım, ancak yine de belirsiz ve yoruma açıktır; bu yüzden eleştirilmiş ve hâlâ eleştirilmektedir. Sözleşme, soykırımı, “bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grubun, tümüyle ya da kısmen, yok edilmesi niyetiyle işlenen bir suç” olarak tanımlar. Bu yok etme niyeti kritik bir noktadır; tam anlamıyla yok etme olmak zorunda değildir; “tümüyle ya da kısmen” olabilir.
Bu tanım, bazı kategorileri dışarıda bıraktığı için eleştirilmişti; örneğin, siyasi gruplar tanıma dâhil edilmedi, çünkü Sovyetler Birliği buna karşı çıkmıştı. Aynı şekilde, sözleşme “kültürel soykırımı” da kapsamıyor; çünkü ABD, kendi yerli halkına karşı soykırım işlemekle suçlanmaktan çekinmişti. Kültürel unsurların sözleşmeye dâhil edilmesi, terimi ortaya atan ve BM’de bu konuda lobi yapan Polonya asıllı Yahudi hukukçu Raphael Lemkin için oldukça önemliydi. Ancak, sözleşmenin kabul edilmesi için taviz vermek zorunda kalmıştı.
Sonuç olarak, sözleşmede yer alan tanım, BM’deki belirli bir siyasi ve tarihsel dönemin ürünüdür. O dönem, Küresel Güney’in çok az temsilcisi vardı ve ABD ile SSCB hâkim konumdaydı. Yine de bugün soykırımdan bahsederken çoğu akademisyen bu tanıma başvurur. Bazıları, hukuki geçerliliği olmayan demosit, etnosit, politikid gibi yeni terimler üretti ya da tanımlardan tamamen uzaklaştı. Fakat yaygın olarak kabul edilen temel tanım, sözleşmeden gelen hukuki tanımdır.
Elias Feroz: Makalede, Bosna, Ermenistan veya bugün Namibya olarak bilinen bölgedeki Herero ve Nama soykırımı gibi diğer soykırım örneklerine de yer veriyorsunuz. Srebrenitsa’da yaklaşık 8 bin Boşnak öldürüldü, Ermeni soykırımında ise yüz binlerce ila 1,5 milyon arasında insanın hayatını kaybettiği düşünülüyor. Ayrıca, her soykırımın Holokost’un dehşetine ulaşması gerekmediğini vurguluyorsunuz. İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin soykırım boyutuna ulaştığını hangi noktada anladınız?
Amos Goldberg: Bir tarihçi olarak, genel tabloya baktığınızda tüm soykırım unsurlarının mevcut olduğunu görüyorsunuz. Açık bir niyet var: Cumhurbaşkanı, Başbakan, Savunma Bakanı ve pek çok üst düzey askeri yetkili bunu oldukça bariz bir şekilde dile getirdi. Gazze’nin yerle bir edilmesi çağrıları, orada masum insan olmadığına dair iddialar ve benzeri pek çok kışkırtıcı açıklamayı defalarca işittik. Toplumun her kesiminden ve siyasi liderlikten Gazze’nin yok edilmesi yönünde kitlesel talepler yükseliyor. İsrail toplumunda Filistinlilere dönük bu denli yoğun bir şeytanlaştırma atmosferini, 58 yıllık yaşamım boyunca hiç hatırlamıyorum.
Sonuçlar da beklenildiği gibi: On binlerce masum çocuk, kadın ve erkek öldürüldü ya da yaralandı, altyapı neredeyse tamamen yok edildi, kasıtlı aç bırakma ve insani yardımların engellenmesi, kitlesel mezarlar (ki bunların tam boyutunu hâlâ bilmiyoruz), kitlesel yerinden edilme gibi korkunç durumlar ortaya çıktı. Ayrıca, “güvenli bölgeler” olarak adlandırılan yerlerde sivillerin defalarca bombalanması bir yana, toplu infazlara dair güvenilir tanıklıklar var. Gazze artık bildiğimiz haliyle yok. Sonuçlar, niyetlerle tam anlamıyla örtüşüyor. Bu yıkım ve acımasızlığın boyutunu tam olarak anlamak için, Dr. Lee Mordehay’ın raporunu okumanızı tavsiye ederim; bu rapor, 7 Ekim’den itibaren Gazze’de olanları en kapsamlı ve güncel şekilde kayıt altına alan belge.
Kitlesel ölümlerin soykırım olarak kabul edilmesi için tamamen bir yok ediliş olması gerekmez. Daha önce belirttiğimiz üzere, tanım açıkça, bir grubun tümüyle veya kısmen yok edilmesinin soykırım olarak değerlendirilebileceğini ifade ediyor. Sizin de bahsettiğiniz gibi, Srebrenitsa’da ya da Myanmar’daki Rohingya vakasında bu durum yaşandı.
İtiraf etmeliyim ki başlangıçta bunu soykırım olarak nitelendirmekten çekiniyordum ve bunun soykırım olmadığını kanıtlayacak bir işaret arıyordum. Kimse kendini soykırımcı bir toplumun parçası olarak görmek istemez. Fakat ortada açık bir niyet, sistematik bir model ve soykırımsal bir sonuç vardı ve ben de bunun tam anlamıyla bir soykırım olduğuna karar verdim. Bir kez bu sonuca vardığınızda, sessiz kalamazsınız.
Elias Feroz: Öğrencileriniz, meslektaşlarınız veya arkadaşlarınız, vardığınız sonuçları açıklarken nasıl tepkiler veriyorlar?
Amos Goldberg: Daha önce de belirttiğim gibi, makalemi İbranice yazdım. Bunu İngilizce değil, özellikle İbranice yazdım zira bu gerçekle öncelikle İsraillilerin yüzleşmesini ve toplumumun Gazze’de olanları görmezden gelme eğilimini aşmasına yardımcı olmayı istedim. Soykırımla ilgili tüm süreçlerde ve kitlesel şiddet eylemlerinde inkârın her zaman var olduğunu söyleyebilirim.
Bazı öğrenciler yazdıklarıma çok öfkelendi ama bazıları da bana teşekkür etti. Bazı meslektaşlarım benimle tartıştı, hatta biri Facebook’ta öğrencilerin derslerime artık katılmamalarını umduğunu yazdı. Ancak, bana katılanlar da oldu ve bazıları da söylediklerimin kendilerine düşünme fırsatı verdiğini dile getirdi. Bana katılmayan, ama en azından soykırım suçlamasının antisemitizmle motive olmuş saçma bir iddia olmadığını kabul eden insanlar da oldu.
Elias Feroz: Almanya’da, İsrail üniversiteleri genellikle [Binyamin] Netanyahu hükümetine karşı bir direniş kalesi olarak görülüyor. İsrail üniversitelerinde şu anda hava nasıl?
Amos Goldberg: Doğru, üniversiteler gerçekten de Netanyahu hükümetine karşı muhalefetin kalesi konumundalar. Bu durum, savaş öncesinde adalet reformu süreciyle başladı. Üniversiteler içinde savaşa karşı çıkan pek çok ses var ama pek çoğu da savaşı aktif olarak destekliyor ya da hükümeti Gazze üzerindeki halihazırda insanlık dışı olan baskıyı daha da artırmaya teşvik ediyor.
Savaşa karşı çıkanların çoğu, bunu rehineler nedeniyle yapıyor —ki bu çok değerli bir gerekçe— fakat İsrail’deki sadece azınlık bir grup savaşın insanlık dışı ve suç teşkil eden doğasını kabul ediyor. Üniversitelerde, Yahudiler ile Filistinliler arasında sergilenen dayanışma örneklerinin de altını çizmek gerekiyor. Yine de genel manada, üniversitelerin ahlaki bir sınavda ve ifade özgürlüğü, hümanizm ve kriz zamanlarında gerçekliğin eleştirel analizi konusundaki yükümlülüklerinde başarısız olduklarını söyleyebilirim.
Tel Aviv Üniversitesi ve rektörü Ariel Porat bu noktada bir istisna olabilir; zira kendisi büyük ölçüde ifade özgürlüğünü savundu. Ancak genel olarak, korku ve baskı atmosferi hâkim. Bu, özellikle Filistinli profesörler ve öğrenciler için geçerli. Gazze’deki kardeşlerine yönelik herhangi bir kamusal empati ifade edemeyeceklerini hissediyorlar. Kampüste, kamusal alanda veya sosyal medyada onların duygularına ya da bakış açılarına yer yok.
Bazı profesörler —Yahudiler de dâhil— meşru eleştirilerini dile getirdikleri için işlerinden oldular. İşini kaybetmeyen bazıları ise tacize uğradı. En bilinen olay, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde soykırım ve Siyonizm üzerine açık sözlü görüşleriyle tanınan dünya çapında ünlü Filistinli Profesör Nadira Şalhub-Kevorkyan’a yönelikti. Kendisi üniversite tarafından bir süreliğine ders vermekten menedildi. Meslektaşları tarafından tacize uğradı, tehdit edildi ve hatta iki gün boyunca gözaltına alındı. Polis tarafından defalarca sorgulandı. Eleştirileri, pek çok İsraillinin kulağına sert ve rahatsız edici gelebilir ama hâlâ meşrudur ve bence büyük ölçüde doğrudur. Şu anda, hakemli akademik makaleleri de dâhil olmak üzere “kışkırtma” suçlamasıyla yargılanıp yargılanmayacağını bekliyor.
Bir diğer endişe verici gelişme, İsrail Öğrenci Birliği’nin, üniversitelerin herhangi bir eleştiriyi “kışkırtma” olarak değerlendiren eğitim bakanı tarafından görevden alınmalarını zorunlu kılacak tartışmalı bir yasayı teşvik etmesi. Yerel öğrenci kolektiflerinin tamamı, özellikle İbrani Üniversitesi şubesi, bu yasayı desteklemiyor ve üniversiteler de buna şiddetle karşı çıkıyor. Umarım yasa geçmez ama hükümet koalisyonu ve bazı muhalefet üyeleri yasayı güçlü bir şekilde destekliyor. İsrail’in akademik camiasındaki öğrencilerin böylesine ağır, totaliter bir önlemi savunmaları gerçekten utanç verici ve bu yasanın geçmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçları düşünmek korkutucu.
Elias Feroz: Üniversiteniz, İsrail’e yönelik soykırım suçlamalarını reddediyor ama öte yandan 7 Ekim’deki Hamas saldırısını hemen bu şekilde nitelendirdi. Sizce bu doğru mu? 7 Ekim olayları soykırım tanımına uyuyor mu?
Amos Goldberg: Birleşmiş Milletler ve diğer pek çok değerlendirmeye, özellikle Uluslararası Ceza Mahkemesi başsavcısı Kerim Han tarafından çıkarılan yakalama kararlarını da dikkate alarak, katılıyorum. Bu değerlendirmeler, Hamas’ın saldırısının dehşet verici ve suç teşkil eden bir olay olduğunu, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar içerdiğini belirtiyor. Bazıları bunu bir soykırım eylemi olarak görse de ben bu görüşte değilim. Özellikle sivillerin hedef alınması, kibbutzimlerin (İsrail’de tarımsal kolektif yerleşimleri) yıkılması ve çocuklar da dâhil olmak üzere rehin alınmalar gibi eylemler korkunç bir suçtu. Fakat buna soykırım demek, tanımın anlamını fazla genişletmek olur.
Üniversite, Nadira Şalhub-Kevorkyan’ı kınarken, İsrail’in eylemlerine soykırım demeyi açıkça reddetti. Bunun çok aşırı olduğunu söylediler. Oysa pek çok hukukçu, tarihçi ve soykırım uzmanı —örneğin Raz Segal, Marion Kaplan, Victoria Sanford, Ronald Suny ve Francesca Albanese— bu terimi kullanıyor. Önde gelen bazı diğer uzmanlar, örneğin Omer Bartov, durumun soykırıma doğru ilerlediğini düşünüyor.
Ayrıca, en yüksek mahkeme olan Uluslararası Adalet Divanı, ocak ayında birkaç geçici tedbir kararı alırken, Filistinlilerin Soykırım Sözleşmesi uyarınca haklarının ihlal edilmesinin makul olduğunu belirtti. Yani, Gazze’de olanların bir soykırım olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor.
İsrail’in eylemlerine soykırım demeyi “dayanaksız” olarak reddetmek büyük bir hata. Akademisyenler olarak görevimiz, olguları inceleyip sonuçlar çıkarmaktır; terimleri ideolojik olarak reddetmek değil. Sonuç olarak, bunun soykırım olmadığına karar verebilirsiniz ama eldeki kanıtlar ve pek çok uzmanın vardığı sonuçlar göz önüne alındığında, bu terimi kullanmak kesinlikle dayanaksız değildir. Gerçekleri ve argümanları göz ardı ederek bunu “aşırı” bulmak, akademik olarak gerçeklere bağlılık ilkemizle çelişir.
Elias Feroz: Almanya hükümeti de soykırım iddialarını reddediyor ve Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’i destekliyor. 7 Ekim’den bu yana, İsrail'in savaş politikalarına eleştirel yaklaşan pek çok Filistinli ve İsraillinin sesleri kısıldı veya ülkeye girişleri yasaklandı. Savaş hakkındaki kendi görüşlerinizi göz önünde bulundurarak, sizce Almanya hükümeti tarihten yanlış dersler mi çıkarıyor?
Amos Goldberg: Evet, Almanya tarihten yanlış dersler çıkarıyor. Alman hükümeti ve Alman basınının büyük kısmı, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği suçlar konusunda taraflı, yanlış ve ikiyüzlü bir duruş sergiliyor. Bu duruş yeni değil. Almanya, devletin meşruiyetini İsrail’e verdiği destekle bağdaştıran bir Staatsräson (devletin varlık nedeni) fikri nedeniyle İsrail’i ve onun anlatısını destekliyor. Sadece olanları görmek istememekle kalmıyorlar, aynı zamanda bunu aktif bir şekilde reddediyorlar! İsrail’in eylemlerine, benim soykırım olarak gördüğüm olaylar da dâhil, koşulsuz destek vermek İsrail için de iyi değil.
Almanya, Nazi yönetimi altında Holokost’u gerçekleştiren bir ülke olarak, evrensel değerlere sahip çıkmalı. “Bir daha asla” (Never Again) herkes için geçerli olmalı. İsrail’in mühimmat ve silah ithalatının neredeyse yüzde 30’u Almanya’dan geliyor. Bu ne Filistinlilere ne de İsraillilere fayda sağlıyor.
Almanya’nın ifade özgürlüğünü bastırma sorunu, mevcut savaştan önceye dayanıyor. Alman devleti, İsrail’e yönelik hemen her türlü eleştiriyi, Yahudilerin ifade ettiği eleştiriler dâhil, antisemittik olarak görüyor. Alman medyası ve hükümeti, İsrail ve Filistin’deki gerçekliği kasten görmezden gelerek İsrail’in suç işlemesine ve apartheid, ilhak, işgal ve yerleşim politikalarına devam etmesine olanak tanıyor. Almanya’nın bu eylemlerinin İsrail’e yardım ettiğini düşünmüyorum. Bilakis, bu tutum İsrail toplumunu geri dönülemez bir uçuruma doğru itiyor.
Elias Feroz: İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, yakın zamanda Batı Şeria’daki şehir ve köyleri Gazze gibi harabeye çevirmek istediklerini açıkladı. Dünyanın dikkati çoğunlukla Gazze’ye odaklanmışken, Batı Şeria’daki durum da kontrolden çıkıyor. Filistinli nüfusa yönelik artan saldırılar ve İsrail hükümetinin yerleşimleri genişletme girişimleri gözle görülür bir şekilde artıyor. Bu durum birleşik bir stratejinin parçası mı?
Amos Goldberg: Hükümet ve birçok yerleşimci ile onların destekçileri, savaşı yerleşimleri genişletmek, toprakları ele geçirmek ve Filistinlileri kovmak için bir fırsat olarak görüyor. Savaş başladığından beri İsrail ordusu ve yerleşimciler tarafından işgal altındaki topraklarda beş yüzü aşkın Filistinli öldürüldü.
Ben, Jordan Valley Activists (Ürdün Vadisi Aktivistleri) adlı, Filistinli çobanları korumaya çalışan ve onların topraklarını ve geçim kaynaklarını sürdürmelerine yardımcı olmaya çalışan bir İsrail grubunun üyesiyim. Yerleşimci şiddetine bizzat tanık oldum. Kısa süre önce, Şadmot Mehola’dan geldikleri düşünülen yerleşimcilerin Filistinli çobanlara ve çiftçilere saldırdığı korkunç bir hadise yaşandı. Bu yerleşimciler bir araba çaldılar, tüm camlarını kırdılar, insanları dövüp yaraladılar ve sürekli olarak terör estirip taciz ettiler. Açıkça görülüyor ki yerleşimciler, savaşı fırsat bilerek Batı Şeria’daki C Bölgesi’nde Filistinlileri topraklarından kovup bölgeyi “Yahudileştirmek” için topraklarını genişletiyorlar.
Birçok vakada ordu ve polis, yerleşimcilerin eylemlerine aktif ya da pasif olarak destek veriyor, ya bilerek müdahale etmiyorlar ya da failleri sorumlu tutmuyorlar. Polis, hukukun değil, kanunsuz yerleşimcilerin hizmetinde. Bu nedenle saldırganlar neredeyse hiçbir zaman mahkemeye çıkmak zorunda kalmıyor. ABD ve diğer ülkeler, İsrail hukuk sisteminin nadiren onları sorumlu tutacağını anladıkları için bu yerleşimcilere yaptırım uyguladı.
Bezalel Smotrich, 2017 yılında Karar Planı (Decisive Plan) adını verdiği bir belge yayımladı. Bu planda Filistinlilere iki seçenek sunuluyordu: Apartheid altında yaşamayı kabul etmek ya da gitmek. Hatta bu iki seçeneğe karşı çıkan Filistinlileri yok etmekle tehdit etti. Üst düzey siyasetçiler tarafından hazırlanan bu plan, geniş çapta destek görüyor. Şu anki hükümet tarafından resmen kabul edilmese bile, planın özü hükümetin politikalarını şekillendiriyor gibi görünüyor.
Elias Feroz: Kamuoyu yoklamalarından elde edilen verilere göre, İsrail halkı arasında savaşa büyük bir destek var. Ancak aynı zamanda, ateşkes ve Netanyahu2nun istifası yönünde de protestolar artıyor. İsrail’deki hava değişiyor mu?
Amos Goldberg: Hava yavaş yavaş değişiyor, zira birçok kişi rehineleri geri getirmenin tek yolunun kalıcı bir ateşkese ulaşmak olduğunu anlamaya başladı. Bazıları ise savaşın artık bir anlamı olmadığını düşünüyor. Fakat çoğunluk hâlâ savaşı destekliyor ve İsrail’in Gazze’de işlediği suçlara tamamen kör.
Belirtmek istediğim olumlu bir şey, daha önce bahsettiğim Jordan Valley Activists gibi grupların ya da Birlikte Ayakta (Standing Together) gibi tabandan gelen hareketlerin büyüyor olması. Ancak bu gruplar, toplumun geri kalanına kıyasla çok küçük. Birlikte Ayakta’nın dikkat çeken eylemlerinden biri, insani yardım konvoylarının Gazze’ye ulaşmasını sağlamaktı. Yerleşimciler ve sağcı gruplar bu konvoyları engelliyor ve tahrip ediyordu. Milli Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, polise bu konvoyları korumama talimatı vererek tahribatın önünü açtı. Birlikte Ayakta aktivistleri, kamyonları Gazze sınır kapısına kadar korumuştu.
Bu hareket, çoğunlukla 1948 sınırları içindeki Yahudiler ve Araplardan oluşuyor. Savaşı protesto ediyorlar ve rehinelerin serbest bırakılmasını talep ediyorlar, çünkü savaşın bizi hiçbir yere götürmeyeceğini ve her iki tarafın da büyük bedeller ödediğini anlıyorlar. Ancak bu sesler hükümet, polis ve yerel yetkililer tarafından yoğun bir şekilde bastırılıyor: Örneğin Hayfa Belediye Başkanı Yona Yahav, savaş karşıtı gösterilerin şehrinde yapılmaması gerektiğini söylemişti.
Elias Feroz: Sizce savaş sonrası İsrail-Filistin için nasıl bir gelecek var? Uzun vadede etkileri ne olacak?
Amos Goldberg: Bu savaştan hiç iyi şey çıkmayacak ve bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolunu göremiyorum. Tüm hayatımı Kudüs’te bir aktivist ve akademisyen olarak, değişim umuduyla çalışarak ve yazarak geçirdim. Arkadaşım ve meslektaşım Profesör Beşir Beşir ile birlikte editörlüğünü yaptığımız Holokost ve Nekbe: Travma ve Tarihin Yeni Bir Grameri adlı kitabımızda ve yazdığımız diğer makalelerde eşitlikçi bir iki uluslu çözüm öngördük. Bu çözüm hem kolektif hem de bireysel olarak herkes için eşit hakları vurguluyor. Ancak bu vizyon, şu anda bilim kurgu kadar uzak bir hayal gibi görünüyor.
İki devletli çözüm ise uluslararası toplum tarafından kullanılan bir kisve. Filistinlilere haklarını veren uygulanabilir bir iki devletli çözüme ulaşmanın gerçekçi bir yolu yok. Yerleşimlerin genişlemesi bu olasılığı ortadan kaldırdı ve iki eşit devletten oluşan bir çözüm bile düşünülmüyor. İsrail solunun ve uluslararası toplumun en ilerici önerileri bile Filistinlilerin kabul edebileceği asgari düzeyde onur, egemenlik ve bağımsızlığı karşılamıyor. İsrail toplumu içinde ise ırkçılık, şiddet, militarizm ve yalnızca İsrailli mağduriyetine odaklanma o kadar yaygın ki, halkın büyük kısmı daha fazla güç ve ölüm dışında bir çözümü desteklemiyor.
Bu statüko sürdürülemez ve daha fazla şiddete yol açmaya devam edecek. İsrail, başından beri tam anlamıyla bir demokrasi değildi ama şimdi kısmi demokratik özelliklerini de kaybediyor. Bugün Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında, İsrail kontrolü altında, yaklaşık 7,5 milyon Yahudi ve 7,5 milyon Filistinli yaşıyor. Yahudiler tüm haklara sahipken, Filistinliler ya hiç hakka sahip değiller ya da kısmi haklara sahipler. İsrail Yahudi toplumu daha da militan, yayılmacı ve otoriter hale geliyor. Almanya, ABD ve çoğu Batı ülkesi bu çıkmazın oluşmasına büyük katkıda bulundu. Gelecek konusunda epey karamsarım ve bu beni derinden üzüyor, zira İsrail benim toplumum ve evim.
Yine de tarih bize geleceğin tahmin edilemez olduğunu gösterdi, belki işler daha iyiye gidebilir. Ancak bunun için büyük bir uluslararası baskı gerekiyor. Bu soyut fikir, şu anda tek umudum.