7 Ekim'i kınamayı reddetmek
"7 Ekim'in net bir biçimde kınanmasından doğan düşünsel pes ediş, ABD'nin terörle mücadelesinin ardından ortaya çıkan kolektif düşünsel pes edişin bir yansımasıdır."
Filistinli yazar Sıdkı Asur, 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısının kınanması üzerinden sol düşüncenin yaşadığı entelektüel pes edişe dikkat çekiyor. Yazar, bu durumu, ABD’nin “terörle savaş” döneminde geliştirilen düşünmeden eyleme geçme yaklaşımıyla ilişkilendiriyor ve Hamas özelinde Filistinli direniş örgütlerinin kınanmasının, İsrail’in eylemlerine onay verme baskısına dönüştüğünü savunuyor. Asur, Arap liberal solunun da Batı’nın kınama söylemine katılarak Gazze halkını 7 Ekim’in kurbanı olarak gördüğünü belirtiyor.
7 Ekim’i kınamayı reddetmek
Sıdkı Asur, el-Ahbar
8 Ekim 2024
“Benden ya da DiEM25 hareketinden, Hamas savaşçılarının 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıyı kınamamızı isteyenler, bunu asla elde edemeyecekler.” – Yanis Varoufakis
Siyonistler ve müttefikleri, tarihin ve zamanın dışına çıkmış, 7 Ekim’e saplanıp kalmış görünüyorlar; öncesini de sonrasını da göremiyorlar. Filistin davasını savunan biri, bir Siyonist ya da Siyonizm yanlısı ile tartışmaya girdiğinde, her zaman aynı noktaya gelinir: “Neden bizi 7 Ekim’e geri götürüyorsun? Neden bu konuyu iki, dört, sekiz ya da on iki ay süren bir katliamdan sonra gündeme getiriyorsun? On bin, yirmi bin, otuz bin, hatta kırk bin Filistinlinin öldürülmesinden sonra bunu neden yapıyorsun?” Gelin, savaştan bir yıl sonra yeni bir fikir ortaya atalım: O günün ve onu izleyen saatlerin, günlerin, haftaların üzerine yeniden düşünmemizde ne sakınca var? Siyonistlerin suçlarını anlamamız, bu suçların öncesindeki kolektif çılgınlığı anlamadan nasıl mümkün olabilir?
Marksist düşünür Theodor Adorno’nun mirasının, 7 Ekim’i kutlayanlar değil de onu kınayanların bir tür kolektif histeri ve akıldışı teslimiyet içinde olduğu iddiasıyla çarpıtılması şaşırtıcı olmadı. Bu kınama, adeta bir cadı avına dönüştü; herkesin kınama konusunda bir yarışa zorlandığı bir noktaya ulaştı. Kınamayı reddetmek, kamusal hayattan dışlanmak ve karşıt görüşlerin kabul edilebilirliğinin sınırları dışına itilmek anlamına geldi. Adorno’nun görüşleri, Batı Marksizm’inin bazı entelektüelleri tarafından, Vietnam Savaşı’na karşı hareketlere yönelik eleştirisinin, emperyalizme karşı eleştiriyi küçümseyen bir söyleme indirgenmesi üzerinden on yıllardır çarpıtılıyor. Oysa, 1969’daki ölümünden önce kaleme aldığı eleştiriler, yalnızca Vietnam Savaşı karşıtı hareketi değil, 1968 devrimlerinden sonra ortaya çıkan sosyal hareketlerin tamamını hedef alıyordu. Adorno, özellikle “eylemsellik” (Actionism) dediği yaklaşımı eleştiriyordu. Yani, Adorno’nun sola yönelik eleştirisi, Vietnamlıların yanında yer alınmasına değil, hem kendi ülkesinde hem de Vietnam’da bir değişim yaratmada başarısız olan solun, bu eksikliğini simgesel eylemlerle telafi etme çabasına yöneliktir. Solun, egemen güçlerle yüzleşiyormuş gibi görünmesini sağlayan ama aslında köklü bir değişim yaratmayan mevsimsel tepkilerle, devrimci düşünceyi bir kenara bırakıp, göstermelik eylem ve söylemlerle tatmin olmasını eleştiriyordu.
Mehdi Amil, Gündelik Düşüncenin Eleştirisi adlı eserinde, devrimci düşünceden vazgeçmememiz gerektiğini şöyle tanımlar: Bu düşünce, “her zaman filizlenendir; ayık kalandır, devrimci hareketin içinde kök salan, köklenen, teoriyi deneyimin önüne koyandır ve karşılaştığı her sürprizde yılmayandır.”
Adorno’nun düşüncelerini İsrail yanlısı bir tutumu haklı göstermek için kötü niyetle çarpıtmak, direnişi destekleyen solun eleştiriden muaf olduğu anlamına gelmez; bilakis, bu solun bazı mensuplarının da entelektüel anlamda pes ettiğini kabul etmemiz gerekir. Bu, göz ardı edilmemesi gereken somut bir hakikattir. Örneğin, yabancı bir ülkede Filistin’le Dayanışma Komiteleri’nden bir üye, Arap olmayan bir direniş yanlısının, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopter kazasından sonra “İsrail birkaç saat içinde yok olacak,” dediğini aktarmıştı. Bu, solun düşünsel intihara sürüklendiği ve bu tür abartılı tepkilerin ne sola ne de direnişe bir yarar sağlamadığına dair yalnızca bir örnektir.
Başarılı bir Arap solcu düşünür olan Necah Vakim, bu entelektüel pes edişin ardında hem uluslararası hem de Arap solunun, doğrudan müdahil olmak yerine başkalarına “bahis” oynama alışkanlığının yattığını söylüyor. Burada, direnişi destekleyen birey, aklını dar bir savaş sonucuna teslim eder; oysa, sürekli olarak bu mücadelenin asıl amacını düşünmelidir. Direnişçi, yüksek bir amaç uğruna değil de bahisçinin kafa rahatlığı adına savaşmış olur. Vakim, bu duruma örnek olarak, Arap solunun, yıllarca uzaktan bahis oynayarak desteklediği Cemal Abdül Nasır’ın ciddi projesine zamanla sırt çevirmesini gösteriyor. Sol, projeye gerçek anlamda katılmak yerine onu uzaktan izlemeyi tercih etmişti.
Burada önemli bir ayrım var: Direniş adına düşünsel pes ediş ile direnişçiye duyulan derin saygı arasındaki fark. Direnişçi, bizim yapmadığımız bir tercihi yapmış ve bizim asla yaşamayacağımız bir hayatı yaşamayı kabul etmiştir. Bu düşünsel derinlik, aklın boşluğa teslim edilmesi değil; bilakis, direnişçinin fedakârlığının bedelini kavrayarak zihnin yüceltilmesi ve direnişe değer verilmesi anlamına gelir.
7 Ekim’in net bir biçimde kınanmasından doğan düşünsel pes ediş, ABD’nin terörle mücadelesinin ardından ortaya çıkan kolektif düşünsel pes edişin bir yansımasıdır. 2002 yılında Donald Rumsfeld, “bilinen bilinenler”, “bilinen bilinmeyenler” ve “bilinmeyen bilinmeyenler” kavramlarından söz etmişti; terörle mücadele edenlerin, bu bilinmeyen bilinmeyenlerle başa çıkması gerektiğini savunmuştu. Bu noktada, anlamsız ve yıkıcı olsa dahi herhangi bir eylemde bulunmak, elleri kolları bağlı durmaktan daha iyidir. İşte bu nihilist “eylemsellik” (actionism) türü, Amerikan düşünce yapısının düşünmeyi terk etme çağrısının temelini oluşturdu. 7 Ekim sonrası Hamas’ı kınama talepleri de aslında bu düşünceyi kopyalayarak, İsrail’in tüm eylemlerini onaylamaya yönelik bir baskıya dönüştü.
Arap liberal solu ise, Esad Ebu Halil’in ifadesiyle, daha önceden zaten aklını “kralın hikmetine ve prensin vizyonuna” teslim etmişti. Bu sol kesim, Gazze halkını 7 Ekim’in dolaylı kurbanları olarak gördü ve böylece Hamas’ı kınama çağrılarına Batı’nın yorumuyla katkıda bulundu. Bu sol kendi içinde çelişkiye düştü; Hamas’ı “topyekûn savaş” seçtiği için eleştirirken, Hizbullah’ı “temkinli savaş” stratejisi nedeniyle alaya aldı ve ardından Hizbullah’ı, İsrail’in Lübnan’a dönük topyekûn savaş kararından sorumlu tutarak suçladı. Mehdi Amil’in de ifade ettiği gibi, bu sol, siyaseti kınamaya karar vererek düşünsel anlamda teslim olmuştu; zira siyaseti, tarihsel ve maddi olarak karmaşık bir mücadele olarak görmekten vazgeçip onu yalnızca ölümle eşdeğer tuttu. Kendi düşünsel pes edişini ise “yaşama” olan bağlılığıyla savundu; oysa bu bağlılık, onun gözünde yalnızca siyasetin karşıtıydı. Ona göre, “suçsuz” masumları öldüren İsrail değil, bizzat siyasetin kendisiydi. Böylece, siyaseti kınama söylemi ölüm karşıtı bir maske takarken, aslında kayıtsızlığa çağrıyı “yaşamı savunma” kisvesi altında gizlemiş oldu.