Avrupa'nın isyanı: Alternatif perspektif
"Kentli elitlerin alt basamaklarından oluşan azınlık hareketinin aksine Sarı Yelekler, Kanadalı kamyoncular ve Avrupalı çiftçiler 'toplumsal deneyimi' çoğunluğun deneyimi haline getirdiler."
Çevirmenin notu: Avrupa’nın “yeşil projeleri”, neoliberal tarım modelini yeniden düşünmek yerine, neoliberalizmin mantığını izleyerek sürdürülebilir kalkınma ve sıfır toplamlı emisyonlara ulaşmayı hedefliyor. Brüksel, sürdürülebilirlik hareketiyle, yalnızca ekonomik hesaplamalara dayanarak ve mevcut koşullar altında halihazırda batmanın eşiğine gelen tarım üreticilerine en ağır yükü bindiriyor. Sonuç olarak, çiftçiler “sürdürülebilir kalkınma” politikalarını protesto ediyor ve protestoları medyada genelde gerici ve hatta sağcı olarak tasvir ediliyor.
Bu sahtekâr yaklaşım artık neredeyse her gündemde benimseniyor. Doğru, ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Ancak Avrupalı çiftçiler hiçbir şekilde sağcı yabancı düşmanı milliyetçiler değiller; daha ziyade kendilerini önce çoklu bağımlılık sürecine iten ve şimdi de bu sistemin başarısızlığının bedelini ödemelerini talep eden bir sistem tarafından aldatılmış hissediyorlar.
Fransa, çiftçiler ve başarısız “aşırı merkez”
Renaud Beauchard
21 Temmuz 2022
Editörün notu: Geçtiğimiz günlerde Upheaval okurlarından Renaud Beauchard ile son kamyoncu ve çiftçi protestoları, Fransa seçimleri, Avrupa siyaseti, popülizm, teknokrasi ve daha fazlası üzerine epey düşünmeye zorlayan bir e-posta sohbeti yaptım. Sorularıma verdiği yanıtlar o kadar ayrıntılıydı ki, kendisine bunları genişletip bir konuk makalesi haline getirmemi isteyip istemeyeceğini sordum. Sonuç, aşağıda, bence özellikle ilginç bir bakış açısı, zira kısmen Fransa’nın geleneksel sol-sağ ayrımlarını büyük ölçüde aşan ya da en azından kötü bir şekilde karıştıran yeni, gelişmekte olan bir siyaset türünün öncüsü olduğuna ikna oldum. Bu alışılmışın dışındaki görüş aşağıdaki makaleye de yansıyor; bir profesör ve avukat olan Renaud’nun, siyasi ikilikleri kehanette bulunur gibi kıran merhum Christopher Lasch’ın çalışmaları konusunda Fransa’nın önde gelen akademisyenlerinden biri olduğu düşünüldüğünde bu bir sürpriz olmamalı.
Renaud’nun burada Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yönetici zümre ideolojisini “aşırı merkez” olarak nitelendirmesini de özellikle ilginç buluyorum. Bu terime yalnızca tarihçi Stanley Payne’in İspanya İç Savaşı üzerine yaptığı çalışmadan aşinaydım; Payne’e göre savaş öncesi ortanın solundaki hükümet kendisini ılımlı liberal demokrasinin koruyucusu olarak görüyordu ama sağdan algılanan tehdit karşısında o kadar paranoyaklaştı ki demokrasiyi ve “merkez” olarak savunmak adına giderek daha aşırı anayasayı çiğneyen, anti-demokratik adımlar atmaya başladı. Sonunda bu eylemler sadece devleti gayri meşrulaştırmaya ve İspanya’nın hizipler arası nefret ve şiddete doğru çöküşünü hızlandırmaya yardımcı oldu. Şimdi Renaud’nun kullandığı “aşırı merkez” teriminin, bugün yeni solun ilerici kimlik politikalarına bürünmüş, ancak küresel neoliberalizme meydan okumak bir yana, eski işçi sınıfı solunun sınıf mücadelelerine hiç ilgi duymayan başka yerlerdeki (ABD dahil) teknokratik rejimlerin politikalarını tanımlamak için de daha iyi bir yol olabileceğini düşünüyorum. Hâkim siyasi ayrışma artık neredeyse her yerde teknokratik-küresel-elit ile isyankâr demokratik-milliyetçi-popülistler arasındaki ayrışma haline geldi.
Her neyse, umarım Renaud’un aşağıdaki konuk makalesini benim gibi ilginç bulursunuz. Fakat açık olmak gerekirse, aşağıdaki yazı Renaud’nun görüşlerinin tamamını yansıtmıyor, benim değil ve bu ya da bundan sonraki konuk yazılarının yayımlanması bu görüşlerin kabul edildiği ya da onaylandığı anlamına gelmemeli. Ancak Renaud’nun makalesini beğendiyseniz, Fransız perspektifinden kültürel ve siyasi konularda İngilizce olarak daha fazla yazı yazacağı yeni Substack bülteni Limits and Hope’a göz atın. —N.S. Lyons
Çalkantıların dolu dizgin yaşandığı bir sıcak nokta varsa, o da Avrupa’dır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tarihten çekilmelerinin sonuçlarıyla yüzleşen Avrupa ulusları, krizlerin —ekolojik kriz, Amerikan yüzyılının sonu (dünya ekonomisinin merkezinin doğuya kaymasının neden olduğu kriz), liberalizmin ölümcül krizi ve Ukrayna’da tamamen önlenebilir olan çatışmanın neden olduğu yaklaşan bir enerji krizi— olağanüstü bir şekilde üst üste gelmesiyle bir hesaplaşma anıyla karşı karşıya gibi görünüyor. Bir haftadan kısa bir süre içinde, açlıkla ilgili yeni isyanlara ve köksüz dizüstü bilgisayar elitlerine karşı tepkinin yoğunlaşmasına, çiftçi protestolarının tüm Avrupa’ya yayılmasına ve Britanya, İtalya ve Estonya başbakanlarının çarpıcı istifalarına tanık olduk. Tüm bunlar olurken, işbirlikçi prestijli medya, patlak veren öfke ile istifalar arasındaki nedensel ilişkileri gizlemek için elinden geleni yapıyor.
Bu bağlamda, yaşanan bu tür hadiselerden daha fazla endişe duymamız gereken, Fransa’dan başka bir yer yoktur. Özellikle de son seçim turu Beşinci Cumhuriyet kurumlarının artık çökmekte olduğunu göstermişken. Geçtiğimiz ay düzenlenen parlamento seçimlerinde (Emmanuel Macron’un yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinden sadece iki ay sonra) cumhurbaşkanlığı koalisyonu Ulusal Mecliste mutlak çoğunluğun 45 sandalye gerisinde kalarak 1958’den bu yana cumhurbaşkanlığı çoğunluğu için en düşük sandalye oranına sahip oldu. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) ve Jean-Luc Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) hareketi tarafından yönetilen Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği (NUPES) yeşil/sol koalisyonu olmak üzere iki ana muhalefet grubuyla karşı karşıya kalan Macron, son derece çalkantılı zamanlara girmek üzere. Karizmatik olmayan teknokrat Başbakan Elisabeth Borne başkanlığındaki kırılgan hükümeti, patlamaya hazır bir nüfusun yanı sıra performans olarak ateşlenmiş bir muhalefet ile koalisyon hükümetiyle ile yüzleşmek zorunda kalacak.
Yeni “köylü isyanları” ve doğalgaz musluğunu tamamen kapatmak üzere olan bir Rusya ile Avrupa’nın dört bir yanındaki havaya bakılırsa Macron ve hükümetinin, 2018’in sonlarında patlak veren devasa Gilets Jaunes (“Sarı Yelekler”) protestolarının birkaç kademe üzerinde olan bir halk öfkesinden kaygılanmak için her türlü nedeni var. Gilets Jaunes protestoları o zaman Macron için ne kadar kötü olsa da bu hareket şimdikiyle kıyaslanamayacak kadar iyi bir iktisadi ortamda ve Macron Ulusal Meclis’te ezici bir çoğunluğa sahipken gerçekleşmişti. Şimdi Macron, hoşnutsuzlara neden hoşnutsuz olmaları gerektiğini açıklamak için çok iyi bir konumda olacak bir muhalefetle karşı karşıya.
Koalisyonu ne Senatoyu ne de bölgesel ve yerel yönetimleri kontrol eden Macron, Ulusal Mecliste böylesine zayıf bir çoğunluğu kaldıramaz. Özellikle de ülkeyi, her şeyden önce enerji kıtlığı ve enerji faturalarında benzeri görülmemiş bir artış anlamına gelen “savaş ekonomisinin” intihar yoluna soktuğu şu günlerde, Bastille Günü konuşmasında Fransız halkını bir “itidal planı” aracılığıyla ekolojik dönüşüme dönük kolektif çabaya katılmaya çağırarak durumun ciddiyetini gizlemeye çalıştı.
Fransız çiftçiler şimdilik protesto hareketine çok az katılmış olsalar da halihazırda son derece gergin olan sosyal iklimi ateşlemek için fazla bir şey gerekmeyecektir. Kamyoncular, elektrikçiler, doğalgaz çalışanları, havacılık şirketi Safran’ın işçileri, e-ticaret şirketi Chronodrive’ın kuryeleri, demiryolu işçileri, huzurevi müstahdemleri, Total benzin istasyonlarının çalışanları, Paris havalimanları ve Transavia Hava Yolları çalışanları gibi halihazırda grevde olanlara çiftçiler de eklenecektir. Elysee Sarayı’nı saran panik havası, Fransız ve Avrupa prestijli medyanın neden çiftçilerin protestolarını tamamen gündemin dışında bırakmaya karar verdiğini kısmen açıklıyor.
Bu seçim gerilemesi, Fransa Cumhurbaşkanı için uluslararası sahnede biriken kötü haberlerin üzerine geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse, bunlar kısmen kendi eseri, kısmen de felaket getiren yöneticilerden miras. Avrupa’nın stratejik özerkliği konusunda De Gaulle tarzı görkemli açıklamalar yaptıktan ve NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini iddia ettikten sonra, Fransa ve Avrupalı ortakları şimdi stratejik olarak her zamankinden daha fazla ABD’ye ve onun kibirli “Yeni Amerikan Yüzyılı 2.0 Projesi” olarak adlandırılabilecek projesine bağımlı. Bu yeni emperyalist macera, 2000’li yıllardaki orijinalinden bile daha çok boş sembolizm ve erdem sinyalleriyle örtülü bir “Gezegensel İyilik Konfederasyonu” gibi görünüyor.
Bu boşluk, Macron’un 16 Haziran’da Alman Şansölyesi ve istifa eden İtalyan Başbakanı ile birlikte trenle Kiev’e yaptığı grotesk ziyaret sırasında gözler önüne serilmişti. Parlamento seçimlerinin ikinci turundan günler önce gerçekleşen bu ziyaret sırasında Macron, Ukrayna’yı nihai zafere kadar destekleme ve Ukrayna, Gürcistan ve Moldova’yı AB’ye hızlı bir şekilde sokma sözü vererek mevcut Avrupa Birliği’ni derinleştirme politikasını tersine çevirdi ve bunun yerine AB üyesi ülkelerin halkları nezdinde deste görmeyen yeni bir genişleme aşamasına girdi. Bu ziyaretten bu yana, Rusya’ya karşı uygulanan iktisadi yaptırımların geri teptiği ve bedelinin Avrupa halkları tarafından ağır bir şekilde ödendiği giderek daha bariz hale geldi. Ukrayna’daki savaşa verdikleri destek, yolsuzluklarıyla nam salmış Ukrayna hükümetine yapılan askeri, mali ve insani yardımlar nedeniyle neredeyse dibe vurmuş durumda. Görünen o ki, mali sistemi silaha dönüştürmek, son derece ihtiyaç duyulan enerji rezervlerini silaha dönüştürebilen bir ülke karşısında yetersiz kaldı.
Bu arada güneyde, Sahel bölgesi (Fransa’nın enerji, özellikle de uranyum tedariki için epey önemli olan bölge), Serge Michailof’un Afrikanistan olarak adlandırdığı yere doğru kademeli olarak inişini sürdürüyor; Mali, Nijer, Çad ve Burkina-Faso, İslamcı örgütlerin eline geçmenin eşiğinde ve başka yerlerde, özellikle de Rusya’da müttefik arıyor. Afrikalı devlet başkanlarının Macron’un çağrılarını görmezden geldiğine dair söylentiler artarken, kıtada faaliyet gösteren Fransız şirketleri kârlı sözleşmeleri ve stratejik nüfuzlarını Türkiye ve Rusya’ya kaptırıyor, Togo ve Gabon gibi uzun süredir müttefik olan ülkeler ise İngiliz Milletler Topluluğu’na iltica ediyor. Afrika Birliği’ne başkanlık eden Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall, Ukrayna’dan Afrika kıtasına buğday sevkiyatının yeniden başlaması için (Fransa Cumhurbaşkanı ile koordinasyon kurmadan) Putin’le görüşmek üzere Rusya’ya giderek Macron’u küçük düşürdü ve aynı zamanda Rusya’nın tahıl ve gübre ihracatına yönelik küresel yaptırımların kaldırılmasını talep etti.
Bu nedenle sorulması gereken önemli soru, Macron rejimine dönük ana tehdidin şu anda tam olarak nereden geldiğidir. Sokaktan gelen baskıyla kıyaslandığında, yeni Ulusal Meclis Macron’un kaygılarının en küçüğü olabilir, özellikle de Mélenchon’un Macron’a karşı NUPES muhalefeti büyük ölçüde performatif olacağı için. Neden böyle olacak? Özünde ideolojik yakınlıkları arasında sadece ince bir çizgi olduğu için.
Macron’un “aşırı merkezi” ile Mélenchon’un ultra solunun ortak kökeni
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda Macron’un kendisi için “aşırı ota yol” etiketini talep etmeye başlaması ilginç bir gelişme oldu. Daha aşırı olarak algılanan bir tehdidi (bu durumda Marine Le Pen) savuşturmak için aşırı sıfatını kullanmak yeni bir iktidar stratejisi değil ama Macron’un bu bağlamda “aşırı merkez” sloganını kullanması dikkate değer. Bu terim, Fransız köşe yazarı Alain Gérard Slama ve Kanadalı filozof Alain Deneault tarafından, yönettiği halkların yaşamlarına aşırı zararlar verirken bile kendisini tarafsız aklın ve ılımlılığın sesi olarak sunan teknokratik kastın iktidarı tekelleştirmesini kınamak amacıyla ortaya atılmıştı.
Macron’un “aşırı merkezinin” ve Mélenchon’un “ultra solunun” —Jean-Claude Michéa’nın elit ilerlemeciliğini benimsemek için tüm radikal (“kökten”) tutkularını terk eden bir sola atıfta bulunan ifadesini kullanacak olursak— kökenlerini anlamak için son derece faydalı açılardan biri, Mitterrand sonrası solun mirasçıları olarak ortak kökenlerini keşfetmektir. Bu ortak köken 1984’e ve Fransız sosyalist partisinin neoliberalizmle resmi nikahının yanı sıra Fransız Jakoben devletinin en üst kademesinden elit-sol kimlikli ilerlemeciliğin icadına kadar izlenebilir.
İşte o dönem, iki yıllık çılgın Keynesyen politikaların ardından, uluslararası tahvil ve döviz piyasaları Fransız hükümetini dize getirdi ve Fransa’yı Avrupa Para Sisteminde (EMS) kalmanın bir koşulu olarak neoliberal deli gömleğini kabul etmeye zorladı. Dönemin Cumhurbaşkanı François Mitterrand, şahsi olarak yeni neoliberal ortodoksluğa dönmekle kalmadı, ülkeyi neoliberal politikaların öncüsü haline getirdi. En saf Jakoben geleneğinde, Mitterrand’ın hükümeti 20 milyon izleyici tarafından izlenen (Amerika’daki Superbowl ile mukayese edilebilir bir reyting) “Vive la Crise” başlıklı büyüleyici bir propaganda programı bile üretti. Sunuculuğunu süperstar aktör Yves Montand’ın yaptığı program, Fransız halkını, homojen bir küresel toplumun nihai aşamasında mutlu bir yer edinmenin ön koşulu olan krizi bir yaşam biçimi olarak karşılamaya hazırlamayı amaçlıyordu.1
Ancak Mitterrand’ın Sosyalist Partisi, Fransız halkını kırk yıl kadar önce “Büyük Sıfırlama”ya hazırlarken, kapitalizm eleştirisinden bağımsız bir sol kimliği korumak adına halk sınıflarının kimlik siyaseti lehine terk edilmesini de tertip etti. Mitterrand, Jean Marie Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin (o zamanlar gerçek bir Maurrasçı, yani gerici ve karşı devrimci bir partiydi) yükselişini desteklerken ve hatta teşvik ederken, Mitterrand’ın iki genç yandaşı, Julien Dray ve Harlem Désir, şimdi etkili olan Irkçılığa Karşı SOS STK derneğini ve “Touche-pas à mon pote” (dostuma dokunma) başlıklı oldukça başarılı ırkçılık karşıtı kampanyayı başlatmıştı.
Bu arada Mitterrand’ın kültür bakanı Jack Lang, “tersine çevirme kültürünün” (Paul Kingsnorth tarafından yakın zamanda “kültürel elitlerin ve bazen de siyasi ve ekonomik elitlerin miras aldıkları kültürel formları korumaya değil, onları tersine çevirmeye ya da tamamen silmeye adanması” olarak tanımlanmıştır) teşvik edilmesine dönük amansız bir politika yürüttü. Bu program kendini Louvre’daki çılgınlıklar ve dışkı ve regl kanı içeren post-modern baleler gibi örneklerde gösterdi. Bu dönem Mélenchon’un Mitterrand’ın sosyalist partisinin bir üyesi olarak reşit olduğu, senatörlük ve ardından bakanlık görevlerinde bulunduğu dönemdi. 2022’nin Mélenchon’u son derece bariz biçimde bu dönemin mirasçısıdır, yeni bir icat ya da sapma değildir.
1984 anı aynı zamanda tarihsel bir öneme sahipti, zira Jean-Claude Michéa’nın “liberalizmin iki teorik dönemi” olarak adlandırdığı ve 19. yüzyılın sonlarında tarihin bir oyunuyla birbirinden ayrılmış olan dönemleri birleştiriyordu. Bu iki dönem, bir yanda somut insan etkileşimlerine dayalı toplumsal bağ biçimlerinden (aile, köy, kabile, klan, hatta ulus bile bir noktada çok dar kalıyor) uzaklaşmaya ve bireyin saf bir arzu makinesi olarak gerçekleşmesi adına giderek daha soyut birliktelik biçimlerine yönelmeye yönelik sürekli uyarı; diğer yanda ise “rasyonel bireylerin Browniyen hareketine” doğal bir düzen getirmesi beklenen kendi kendini düzenleyen piyasadır.
İlginç bir şekilde, Mélenchon’un ilk yükselişi solun neoliberal politikalara dönüşümünün “popülist” bir eleştirisi olarak başladı. Bernie Sanders ya da Jeremy Corbin ile çarpıcı bir paralellik içinde, İspanyol partisi Podemos’tan esinlenen Mélenchon, 2017’deki ilk önemli cumhurbaşkanlığı adaylığında popülist söylemler üzerinden kampanya yürüttü. Mélenchon’un çekici ideolojik kokteylinin arkasındaki ideolog, daha önce Podemos’un entelektüel ilham perisi olan Belçikalı filozof Chantal Mouffe’ydi. Mouffe’ye göre sol, popülizmi sadece sağcı demagoglara bırakmak yerine “popülizm” etiketini geri almalı ya da daha doğru bir ifadeyle “sol popülizmi” savunmalıdır. Neoliberalizmin ağır bir türbülans dönemine girdiği öngörüsünden yola çıkan Mouffe, “halk” ile neoliberalizmi benimseyen sol elitler de dahil olmak üzere siyasi ve iktisadi elitler arasında “agonizm” olarak adlandırdığı ideolojik bir fay hattı vaaz etmişti. Mouffe, ayrıca “sağcı popülistlerin” hâkim elitlere karşı gerçek bir demokratik muhalefeti temsil ettiğinin kabul edilmesini savunmuştu (bu, orijinal Podemos ve LFI’nin milletvekili François Ruffin gibi münferit sesler dışında, siyasi olarak örgütlü sol hareketlerdeki okuyucularının hiçbirinin ciddi olarak dinlemediği bir tavsiyeydi).
Bununla beraber 2016 kampanyasından sonra Sanders gibi ve hareketin profesyonelleşmiş politikacıları tarafından ters yüz edilmesinden bu yana Podemos gibi, Mélenchon ve partisi de daha kesişimsel bir yaklaşıma doğru oldukça çarpıcı bir şekilde ilerledi. Bu hareket aslında Mouffe’nin “sol popülizminin” içerdiği büyük kavramsal kör noktada öngörülebilir. Bu kör nokta, Mouffe’nin büyük ölçüde filozof Gilles Deleuze’den esinlenen “halk” anlayışıdır. Mouffe’ye göre “halk” saf bir yapıdır ve herhangi bir “sınıf özcülüğüne” dayanmamalıdır. Başka bir deyişle, “halk” doldurulması gereken boş bir sayfadır ve sorun (Jean-Claude Michéa’nın savunduğu üzere) etik olmaktan ziyade politiktir ve dayanışma ve ortak ahlaka bağlılık eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Mouffe’ye göre neoliberal solun günahı, halk sınıflarının ahlaki değerlerini geliştirmeyi terk etmekten değil, siyasetin agonistik fıtratını terk etmekten kaynaklanmaktadır. Bu yapısalcı “halk” anlayışı, “woke” gündemin boşluğu doldurması için muazzam bir açıklık bırakmıştır.
Onun “sol popülizminden” ilham alan tüm hareketler, şimdi bu gündemi sevinçle benimsiyor. Bunu yaparken, Mélenchon’un aşırı solu Podemos ve Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri gibi hareketler, Mary Harrington’un deyimiyle, kapitalizm ve teknoloji karşıtı sesleri tamamen kovdular; bunun yerine bilim, teknoloji ve Büyük Devlet’i (ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak Büyük İş Dünyasını) ütopya vizyonlarının temel dağıtım ortakları olarak kucakladılar. Bu durum, Macron hükümeti sıhhi pasoyu serbest bıraktığında LFI’nin neden neredeyse sessiz kaldığını ve Mélenchon’un mitinglerde sık sık hologram olarak görünmesinden bahsetmeksizin, bunu bir aşı pasaportuna dönüştürdüğünde neden yalnızca dar bir muhalefetin sesinin çıktığını da açıklıyor.
Saf bir sosyal yapı olarak “halk” fikrinin bıraktığı boşluğun doldurulması, Macron ve aşırı merkezin Mélenchon solunun woke’laştırılmasını eleştirmesi için mükemmel bir retorik argüman sağladı, Macron her gün woke’luğu sadece teşvik etmekle kalmayıp fiilen uygulamaya devam ederken bile. Tarihçi Pap N’Diaye’nin kısa bir süre önce eğitim bakanı olarak atanması buna iyi bir örnek. Bu kişi, sistemik ya da yapısal ırkçılık fikrinin Fransız söylemine ithal edilmesinin en ateşli savunucularından biri oldu. Fakat NUPES’in sert kurnazlığıyla karşılaştırıldığında N’Diaye, Macron’un aşırı merkezine çok iyi uyan tarafsız uzmanlardan biri gibi görünürken aynı zamanda Macron’a ve Mélenchon’un tüm siyasi rakiplerine solu tehlikeli bir “İslami-solcu” hareket olarak etiketleme fırsatı veriyor.
Mélenchon’un ultra solu ile Macron’un aşırı merkezi arasındaki bir diğer ideolojik yakınlık da refah devleti konusundaki ortak anlayışları. Mélenchon’un turbo şarjlı Keynesçiliği, neoliberal liderlik altında bile gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranla kamu harcamalarında yaklaşık yüzde 56 ile dünya rekorunu elinde tutan ülkede, devletin kamu harcamalarına ve yeniden dağıtıma olan bağımlılığının sadece daha sert bir versiyonu. Bu bağlamda, aşırı merkezci Macron’un Kovid salgını sırasında, hükümetinin kamu harcamalarında büyük bir artış (2020'de GSYİH’nin yüzde 61,8’i) yoluyla Fransız halkını ekonominin yapay olarak durdurulmasının sonuçlarından korumaya çalıştığı “ne pahasına olursa olsun” politikasını aşmak zor görünüyor.
Daha da ciddisi, solun (neoliberal ya da ultra) refah devleti fikrinin kalbinde yatan totaliter eğilimler hakkında düşünme embriyosu bile yok, ki bu düşünme kaçak para politikaları döneminde aciliyet kazanmıştı. Örneğin, bugün François Ewald’ın 1987’de refah devleti üzerine yazdığı parlak düşünceleri okumak göz açıcıdır.2 “Normatif Düzen” başlıklı bölümde Ewald, devletin yaşamın tüm risklerine karşı kolektif bir sigorta olarak kavranmasının, bireylerin yaşamlarının her yönü hakkında giderek daha fazla ve sonsuz küçüklükte veri toplamasını gerektirdiğini açıklıyor. Ewald’a göre bu politikalar, toplumun bilgisayarlaştırılmasını organik bir gereklilik olarak, toplumlarının mümkün olma koşulu olarak sunuyor. Siyasi olarak örgütlü solun teknolojinin tehlikeleri üzerine ciddi bir şekilde düşünmekten neden vazgeçtiğinin izahı için başka yere bakmaya gerek yok.
NUPES, acımasız olarak görülebilecek performatif bir muhalefet oluştursa da (izole edilmiş Milletvekili François Ruffin gibi birkaç istisnaya rağmen), Fransız halkının meşru öfkesinin duyulması için bir kanal olmaktan ziyade aşırı merkezin iktidarı için kullanışlı aptal rolünü oynaması daha muhtemel.
O halde soru, parlamentodaki diğer ana muhalefet hareketi olan “aşırı sağcı” Ulusal Birlik’in bu öfkeyi dizginlemek için daha iyi bir kanal sağlayıp sağlamadığıdır.
Ulusal Birlik’in ideolojik meçhuliyeti
Ulusal Birlik, aşırı solun tam tersi bir sorundan mustarip. İkincisi, küçük ölçekli gönüllü birliktelik biçimlerine yönelik ontolojik şüphesi nedeniyle kurtulamadığı bir ideolojik bagajla yüklü. Diğer uçta ise yeni sağ neredeyse tam bir ideolojik boşluktan mustarip. Şimdiye kadarki başarısı, sadece nüfusun parçalanmış ve meşru öfkesinin bir kabı olmasına ve iktisadi programını aşırı soldan neredeyse ayırt edilemez hale getiren sosyal yeniden dağıtımı destekleme tercihine dayanıyor. Bu muğlak ideolojik içerik, onu aynı zamanda muhaliflerinin onu gayri meşrulaştırmak için kullandığı “aşırı sağ” yaftasını üstlenmeye ve —Eric Zemmour’un sağın yeniden kuruluşunu organize etmeye dönük tamamen başarısız girişiminin gösterdiği gibi— bir tür Maurasçı kalıntısı içeriğe geri dönmeye ya da Marine Le Pen’in zayıflığı olan liberalizme sıkı sıkıya bağlı kalarak saygınlık arama tuzağına düşmeye eğilimli hale getiriyor. Bu son strateji uzun vadede uygulanabilir değil, zira yeni sağ liberal etiğe ne kadar sıkı sıkıya bağlı kalırsa kalsın her zaman gerici ya da Maurasçı olmakla suçlanacaktır.
Yeni sağ açısından akla yatkın tek strateji, postliberal bir düzene duyulan ihtiyacı ideolojik bir tutarlılığa kavuşturmaktır. Ulusal Birlik, Fransız bölgelerinin gençleştirilmesi ve gerçek ve anlamlı bir âdem-i merkeziyetçilik çağrısında bulunan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri Hervé Juvin ve Andrea Kotarac tarafından umut verici bir Fransız yerelci hareketinin yaratılması da dahil olmak üzere, bu yönde ilerlemek için kendi iç kaynaklarına sahip (Juvin’in cumhurbaşkanlığı kampanyası sırasında teknolojik makinenin süregelen saldırısına değinen tek siyasi figür olduğunu da belirtmek gerekir).
Bunun ötesinde, postliberal bir düzenin entelektüel temelleri burada büyük ölçüde devam etmekte olan bir çalışma olsa da De Jouvenel, Bernanos, Ellul, Péguy, Tocqueville, Michéa, Pierre Manent, Grenoble Fikir Laboratuarı Pièces et Main d’oeuvre gibi Fransız entelektüel mirası da dahil olmak üzere, keşfedilecek epey mantıklı liberalizm eleştirileri bolluğu var. Yurt dışından ise Patrick Deneen, Paul Kingsnorth, Wendell Berry, Matthew Crawford ve Christopher Lasch gibi isimlerin ufuk açıcı çalışmaları yer alıyor.
Fakat gerçekçi olmak gerekirse ne Ulusal Birlik ne de Macron hükümeti (NUPES’in sözde muhalefetiyle birlikte), özellikle de prestijli medya artık Kuzey Kore düzeyinde sansür ve propagandayla meşgulken, sokaktan gelen yaygarayı dinleyemeyecektir. Büyük ihtimalle en büyük, en anlamlı ve potansiyel olarak en öngörülemez değişim ajanı herhangi bir partiden değil, yeniden canlandırılmış bir Gilets Jaunes hareketinden gelecektir.
Gilets Jaunes 2.0’a doğru
Gilets Jaunes 2.0’ı değerlendirmeye çalışmadan önce, Fransa’daki ilk tezahürünün neredeyse hipnotize edici çekiciliğine neyin yol açtığını analiz edelim. Hareketi destekleyen Jean-Claude Michéa, o dönemde Dissent dergisine verdiği mülakatta hareketi tutkulu bir şekilde savunmuştu:
“Bu pleb hareketinin [tüm gerçek halk hareketlerinde olduğu gibi kadınların kesinlikle belirleyici bir tetikleyici rol oynadığı] ilk değeri, yeni liberal solun ‘halk’ kavramının —küreselleşmiş büyük metropollerin yakınında yaşayan göçmen nüfuslar için geçerli olduğu durumlar hariç— siyasi önemini sonsuza dek yitirdiğini savunan temel mitini ortadan kaldırmış olmasıdır.
Yine de tam da bu halk sadece tarih sahnesine büyük bir intikamla dönmekle kalmıyor, aynı zamanda canlandırıcı kendiliğindenliği ve inatçı doğrudan demokrasi pratiği sayesinde (‘biz seçmek istemiyoruz, oy vermek istiyoruz!’ [Gilets Jaunes’in en popüler sloganlarından biridir] birkaç hafta içinde tüm sendika ve aşırı sol bürokrasilerin otuz yılda başardığından daha somut sonuçlar elde etmeye başladı.
Bernard-Henri Levy’nin her gün sınıf nefretini kustuğu, küçük ve orta ölçekli kasabalardan ve denizaşırı bölgelerden oluşan ‘periferik’ Fransa, otuz yılı aşkın bir süredir liberal müjdesinin pratik sonuçlarından ağır bir şekilde etkilenmesine rağmen, en yoksul kırsal bölgelerde yaşam koşullarının ‘sorunlu’ banliyölerden bile daha dramatik olduğu noktadır. Nüfusun yüzde 60’ından fazlasını oluşturan bu Fransa’nın sol entelijansiyanın radarından tamamen silinmiş olması şaşırtıcı değil. Bu, modern solun iktisadi ve kültürel liberalizm ilkelerini benimsemesinden bu yana, küreselleşmiş metropollerde yaşayan, nüfusun yalnızca yüzde 10 ila 20’sini temsil eden ve liberal küreselleşmenin sorunlarından yapısal olarak korunan [bundan doğrudan faydalanmadıkları sürece] yeni, aşırı eğitimli ve hiper-mobil üst-orta sınıflar lehine orijinal toplumsal tabanını yavaş yavaş terk etmesine yol açan sürecin mantıksal sonucudur [...]
Günümüzde en radikal işçi sınıfı hareketlerinin [ya da en azından en devrimci potansiyele sahip olanların) neden neredeyse her zaman solcu sendika ve partilerin çerçevesi dışında kök saldığını her şeyden çok bu ‘sosyolojik karşı-devrim’ açıklamaktadır. Yeni solun parlak entelektüel elitleri sosyalist eleştiri gibi bir şeyden kesin olarak vazgeçtikten ve zenginliğin büyük çoğunluğunu kendi elleriyle üretenleri (Hillary Clinton’ın gece elbiseleri ve Emmanuel Macron’un takım elbiseleri dahil) doğal olarak ırkçı olan uğursuz ve itici bir ‘acınasılar sepetinden’ başka bir şey olarak görmekten umutsuzca aciz hale geldikten sonra cinsiyetçi, alkolik, homofobik ve anti-Semitik işçi sınıfı çevrelerinde, kapitalizm son aşamasına girerken [Immanuel Wallerstein’dan bir kavram ödünç alırsak], sol-sağ ayrımının eski tarihsel öneminin çoğunu yitirdiği hakikatinin farkındalığını desteklemek için tüm koşullar mevcuttu. Sonuç olarak, şu anda Guy Debord’un 1967’de ‘rakip ayrı iktidar biçimlerinin gösterişli sahte mücadeleleri’ olarak adlandırdığı şeyden başka bir şeye karşılık gelmemektedir. [...]
Bu hareketin [Gilets Jaunes] kısa vadedeki siyasi kaderi ne olursa olsun [zira unutulmamalıdır ki Emmanuel Macron —ne kadar iyi bir solcu Thatcher’cı olsa da— isyanlarını bastırmak ve sınıf ayrıcalıklarını korumak için en kanlısı da dahil olmak üzere mümkün olan her türlü aracı kullanmaktan bir an bile çekinmeyecektir] birkaç hafta içinde ‘aşağıdan’ gelenlerin siyasi bilincini [özellikle de şu anda her yönden su alan bu sözü ona ‘temsili’ sistemin yapısal sınırları konusunda] olağanüstü bir şekilde yükselttiği halihazırda açıktır.”
Bordeaux bölgesindeki Gilets Jaunes protestolarına aktif olarak katılmış bir filozof olan Harold Bernat, hareketin başarısını açıklamak için örgütlenme biçimindeki bir başka kilit yönü vurgulamıştı.3 Bernat’a göre Gilets Jaunes, tam da aktörleri “oyunu oynamayı”, daha doğrusu çoğunluk olarak geçinen dizüstü bilgisayar elitinin dikte ettiği oyunların kurallarına göre oynamayı reddettiği için Fransız halkının zihninde ve kalbinde gerçek anlamda yankı buldu. Gilets Jaunes, bu reddedişin kendisini çoğunlukçu bir hareket olarak, çoğunluk olarak geçinen azınlığa karşı çoğunluğun bir ifadesi olarak ortaya koymasına izin verdiğini savunuyor.
Kanada’daki kamyoncu protestoları ve Hollanda, İtalya, Polonya, Almanya ve İspanya’daki çiftçi protestoları da dahil olmak üzere, şu anda dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan halk hareketlerinin algılanabilir özelliği hakikaten de budur. Bu hareketler, Gilets Jaunes gibi, belirli tedbirlere karşı protestolar olarak başlamış olsa da hızla devletin bireylerin yaşamlarına her türlü müdahalesine karşı isyanlara dönüştüler. Bu bireyler şimdi Büyük Devlet ve Büyük İş Dünyasının homojenleştirici güçlerinin hayatlarının en mahrem yönlerine yönelik eşi benzeri görülmemiş bir saldırısıyla karşı karşıyalar. Dolayısıyla bu yeni hareketler gerçek bir özerklik arayışının ifadesidir. Bir bakıma, Proudhon’un bir zamanlar liberal hükümetin gerçek ahlakı hakkında çok iyi formüle ettiği şeyi yakalamışlardır:
“Yönetilmek, bunu yapmaya ne hakkı ne bilgeliği ne de erdemi olan yaratıklar tarafından göz önünde tutulmak, denetlenmek, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalarla yönetilmek, numaralandırılmak, kaydedilmek, telkin edilmek, vaaz edilmek, kontrol edilmek, değerlendirilmek, değer biçilmek, kınanmak, emredilmektir. Yönetilmek, her operasyonda, her işlemde not edilmek, kaydedilmek, vergilendirilmek, damgalanmak, ölçülmek, numaralandırılmak, değerlendirilmek, ruhsatlandırılmak, yetkilendirilmek, uyarılmak, engellenmek, yasaklanmak, ıslah edilmek, düzeltilmek, cezalandırılmaktır. Kamu yararı bahanesiyle ve genel çıkar adına mükellef sayılmalı, eğitilmeli, delinmeli, fidye alınmalı, sömürülmeli, tekelleştirilmeli, gasp edilmeli, sıkıştırılmalı, şaşırtılmalı, soyulmalıdır; sonra, en ufak bir direnişte, ilk şikayet sözcüğünde, bastırılmak, para cezasına çarptırılmak, hor görülmek, taciz edilmek, takip edilmek, istismar edilmek, coplanmak, silahsızlandırılmak, boğulmak, hapsedilmek, yargılanmak, mahkum edilmek, vurulmak, sürülmek, kurban edilmek, satılmak, ihanete uğramak ve hepsini taçlandırmak için, alay edilmek, küçümsenmek, aşağılanmak, onursuzlaştırılmaktır. İşte devlet, adalet budur, ahlak budur.”
İlk olarak Kanada’da kamyoncularla başlayan ve şimdi de Avrupa’yı ateşleyen bu yeni protesto dalgasının nereye kadar gideceğini kestirmek zor. Her ne kadar bu hareketler birbirlerinden bir şeyler öğreniyor gibi görünseler de bu patlamanın da Kanadalı kamyoncular gibi ezilmesi pekâlâ mümkün. Ancak Harold Bernat’ın da belirttiği gibi Gilets Jaunes, kamyoncular ve şimdi de çiftçiler, “ultra azınlığın” iktidarını sadece polis ve mali sistem üzerindeki kontrolünün ince ipliğiyle elinde tuttuğunu gösterdi. Yönetici zümrenin toplum üzerindeki hakimiyetini korumasının tek yolu, daha fazla kaba güç, sansür ve propaganda kullanmaktır.
Fakat hem Gilets Jaunes hem de Kanadalı kamyoncuların gösterdiği gibi, bu hareketler herhangi bir kurumsal çözüme yol açamazlarsa içsel bir yorgunluk riski taşırlar. Bernat’ın da belirttiği gibi risk, kendi hareketliliklerini düşünürken yozlaşmalarıdır. Ancak Gilets Jaunes ile Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’den ilham alan Occupy Hareketi arasındaki karşılaştırma tam da bu noktada sona eriyor. Kentli elitlerin ayak takımı alt basamaklarından oluşan azınlık hareketinin aksine Gilets Jaunes, Kanadalı kamyoncular ve Avrupalı çiftçiler “toplumsal deneyimi” çoğunluğun deneyimi haline getirdiler. Bu deneyim bir kez edinildiğinde, çoğu devrimci hareketin trajik kaderi olan halüsinasyon gören bir uyuşturucuya dönüşmediği sürece karşı konulmaz bir güç haline gelir.
Şimdiye dek Fransa, Hollanda’dan esinlenen bu son Avrupa çapındaki protesto hareketinin yayılmasından (Fransız medyasını saran inanılmaz sansür seviyesi göz önüne alındığında tam anlamıyla bilmek zor olsa da) kurtulmuş gibi görünüyor. Fakat Tocqueville’e göre “Avrupa’nın en parlak ve en tehlikeli ulusu olan ve hayranlık, nefret, dehşet ya da acıma uyandırdığı kesin olan ama asla kayıtsızlık uyandırmayan bu ülkeden başka hiçbir yerde bu hadiselere daha dikkatli yaklaşmamalıyız.”
Demir perdenin yıkılmasının ardından François Furet, The Passing of an Illusion’ın (Bir Yanılsamanın Geçişi) sonsözünde, komünizmin çöküşünün bizi geçici olarak, başka bir toplum fikrinin tasavvur edilmesinin neredeyse imkânsız hale geldiği bir dünyada bıraktığını yazmıştı. Furet, “Dünyada olduğu gibi yaşamaya mahkûm edildik,” demişti. Bu, Fransız Devrimi’nin en büyük tarihçisi tarafından Tarihin Sonu’nun coşkulu bir şekilde tasdik edilmesi değildi ve galipler tarafından çok ciddi bir uyarı olarak yorumlanmalıydı. Ne yazık ki, Furet’in bu satırları yazmasının üzerinden otuz yıldan az bir süre geçtikten sonra, en büyük yanılsamanın, ilerleme yanılsamasının mutlu vaatleri artık yok oldu ve geride tam gelişmiş bir tekno-totaliter kâbus —Kovid yıllarının artık gözler önüne serdiği bir kâbus— bıraktı. Başka bir toplumu tasavvur etmekten ya da “ultra azınlığın” saldırılarına devam etmesine izin vermekten başka seçeneğimizin olmadığı bir kavşaktayız. Bu durum aynı anda hem heyecan verici hem de korkutucu.
Burada “permacrisis” (daimî kriz) terimine değinmek faydalı olabilir. Brown, Erian ve Spence’in ifadeleriyle; “Bu dönemi olağandışı kılan şey, etrafımızda dönen iktisadi dönüşümlerin çok boyutlu tabiatı, yoğunluğu ve karmaşıklığının [savaş, enflasyon ve iklim değişikliği gibi zorluklar] azalma belirtisi göstermeyip, sadece hızlanması. Daimî krizde olan budur.” (Bkz. G. Brown, M. El-Erian, M. Spence, Permacrisis: A Plan to Fix a Fractured World, Simon & Schuster, 2023). (ç.n.)
F. Ewald, L’Etat providence, Paris, Grasset, 1987. (ed.n.)
H. Bernat, La défaite de la majorité, Paris, Les armes philosophiques, 2022. (ed.n.)