Arap-İslam Zirvesi'nin çıktıları
"Doğru tavrı sergilemek, düşmanı dosttan, suçluyu mağdurdan ayırt etmekle başlar. Bu, suçluya ortak olmak, suçlarını örtmek ya da mesuliyetini örtbas etmekle asla bağdaşmaz."
Sadullah Mezraani, Filistin Yönetimi ve Arap-İslam zirvelerinin boş lakırdıdan ibaret olduğunu anlatıyor. Filistin Yönetimi Başbakanı’nın Suudi basınına verdiği demeçte, zirve kararlarının “tarihi” olarak nitelendirmesine işaret eden Mezraani, zirvenin Filistin halkının karşı karşıya olduğu soykırım, etnik temizlik ve abluka gibi acil sorunlara kayıtsız kaldığını belirtiyor. Özellikle ABD’nin İsrail’in saldırgan politikalarını desteklediğini ve uluslararası kuruluşlar üzerindeki etkisini kullanarak bu suçları örtbas ettiğini anımsatan Mezraani, Filistin Yönetimi’nin ise diplomatik tavrının etkisiz ve halkın mücadele ruhuna aykırı olduğuna dikkat çekiyor. Mezraani, Filistin davasının kazanımlarının yalnızca halkın fedakârlıklarıyla elde edildiğini ve normalleşme politikalarının bu mücadeleye zarar verdiğini ifade ediyor.
Suç ortaklığı ve cehalet!
Sadullah Mezraani, el-Ahbar
Filistin Yönetimi’nin başbakanının geçtiğimiz pazartesi günü Suudi Arabistan’ın Şark’ul Avsat gazetesine verdiği demeç (s. 2) okunduğunda, sanki her şey yolunda gibi bir izlenim ediniliyor. Gazeteye göre, başbakan büyük bir coşkuyla ve özgüvenle, “Geçtiğimiz yılki zirvede kurulan izleme komitesi, Arap-İslam zirvelerinin tarihindeki en başarılı komite,” dedi. Komitenin en büyük başarısını, “bölgesel ve uluslararası düzeydeki pozitif faaliyetler ve etkileşimler” ile “Filistin devletine yeni tanınmalar kazandırmadaki muazzam başarısı” olarak değerlendirdi.
İnsan, bu açıklamalardan, başbakanın ya da Suudi ev sahibinin, soykırım harekâtını durdurmaya dair bir umut ışığı ya da zirveden bu konuda olumlu bir adım bekleyen bir haber paylaşacağını bekliyor. En azından, Gazze’nin kuzeyine bir miktar yardım ulaştırılmasına yönelik bir gelişme de beklenebilirdi! Washington’un rolüne dair ise Filistinli yetkili, ABD’den “daha ciddi bir tutum ve savaşı daha etkili araçlarla durdurmasını ve uluslararası taleplere cevap vermesini” talep etti. Yani, ABD’nin savaşın durdurulması için İsrail’e baskı yaptığı ama bunun yeterince etkili olmadığı ifade edildi. Dolayısıyla ABD, İsrail’in genişleme ve saldırganlık politikasının mimarı ve ortağı değilmiş gibi bir algı yaratıldı; zira o, “düşmana baskı yapıyormuş”!
Filistinli yetkilinin üslubu, tanımlamaları ve talepleri, biçim ve içerik açısından, zirve kararlarından bile daha diplomatik ve “nazikti”. Unutmamak gerekir ki, bu şahsiyet mevcut görevine, bizzat Amerikalı arabulucunun talebiyle ve hükümetinin, “Hamas’ın yok edilmesinden sonraki süreçte” rol oynayacağı vaadiyle geldi. Ancak İsrail, bu vaadi yerine getirmedi; bilakis, soykırım, etnik temizlik, katliamlar, yıkım, tehcir ve aç bırakma gibi yöntemlerle yürüttüğü savaşı sürdürmeye kararlıydı. Bu süreç yaklaşık 408 gündür devam ediyor ve Washington’a göre bunun nedeni, Hamas ve direnişin “inatçılığı” ile sivillerin kendi topraklarında kalmakta ısrarcı olmalarıydı.
Filistin Yönetimi ise düşmanın vahşeti, destekçilerinin saldırganlığı ve işgalcinin acımasızlığı karşısında çaresiz durumda. Fakat bu durumda bile, Mütenebbi’nin şu sözleri yol gösterici olabilir: “Hal güldürmüyorsa, bari sözler güldürsün”. Bu, siyasi ve güvenlik bağlamında da geniş anlamıyla değerlendirilebilir.
Burada asıl mesele, herhangi bir Filistinli yetkilinin, özellikle de Filistin Yönetimi’nin, Filistin halkının hürriyet, kendi kaderini tayin ve haklarını geri kazanma mücadelesindeki rolünün ne olması gerektiğidir. Filistin halkı, kahramanlıklarla dolu ve büyük fedakârlıklarla örülü uzun mücadele tarihinde, ne kadar baskı ve ihanetle karşılaşırsa karşılaşsın asla bayrağı bırakmayacağını kanıtlamıştır. Fakat bugünkü sınav, her zamankinden daha zorlu bir noktadadır.
Asıl meseleye gelirsek, son zirve, bir yıl önceki zirvede benimsediği politikaları —kısmen yüksek sesle tepki göstermek ama sahada ciddi adımlar atmaktan kaçınmak— aynen sürdürdü. Zirve, kendisini adeta tarafsız bir gözlemci gibi konumlandırarak, diğer taraflardan bazı tedbirler talep ederken, kendi en temel sorumluluklarını bile yerine getirmemeye devam etti. Hâlâ sözde “barış” politikalarını sürdürüyor, düşmanla siyasi, güvenlik ve iktisadi ilişkilerini korumakla kalmıyor, bu ilişkileri onun çıkarına daha da ileri götürüyor (örneğin BAE). Hatta düşmanın bu ilişkileri ihlal etmesi karşısında bile geri adım atıyor (Kahire ve Amman örneklerinde olduğu gibi).
Bu durumun, Filistin halkını yüzüstü bırakma ve onları en büyük çile ve mücadelelerinde yalnız bırakma açısından dünyanın pek çok yerinde kaşları kaldırdığı bir sır değil. Elliden fazla ülke, barbar ablukanın sona erdirilmesi için sahiden hiçbir şey yapamaz mıydı? Amerikan propagandasıyla meşrulaştırılan ve korunan bu abluka, yalnızca “sivillere yönelik saldırıların azaltılması” yönünde göstermelik taleplerle geçiştiriliyor. Oysa gerçekte insani yardımların engellenmesi, sağlık hizmetlerinin durdurulması ve yaşamın temel unsurlarının yok edilmesiyle binlerce çocuk, kadın ve yaşlı dahil on binlerce aile, barbarca bir savaşın kurbanı oluyor. Washington ve müttefikleri ise bu savaşı, “meşru müdafaa” bahanesiyle haklı gösterip, kabahati suçluya değil, mağdura yüklüyor.
Peki ya Washington’un sözde “arabuluculuğu”? Bu süreçte, düşman adına dayatma maddeleri formüle eden, direnişi hedef alan kampanyalar yürüten ABD, direniş liderliği Amerika’nın önerilerini kabul ettiğinde bile bu teklifleri düşman tarafından ihlal edilip katliam ve soykırımın devam etmesini izliyor. Dahası, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni baskı altına alarak kararların uygulanmasını engelliyor, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararlarını geçersiz kılmaya çalışıyor. Başkan Biden’ın bizzat bu kararları “utanç verici” olarak nitelendirmesi de bunun en açık göstergesi.
Birleşmiş Milletler’in ilgili kurumlarına gelince, Washington özellikle UNRWA’ya (İşgalci ordunun onlarca çalışanını hedef aldığı kuruluş) karşı Siyonist faşist hükümetin görüşlerini benimsiyor. Yardımları kesmekle kalmayıp müttefiklerini de aynı şekilde davranmaya teşvik ediyor.
Riyad’a gelince, ABD’nin politikalarını çok iyi bildiği halde, 22 yıl önce Beyrut Zirvesi’nde kabul edilen “tam çekilme karşılığında tam barış” girişimini önermişti. Ancak Netanyahu, bu girişimi “yazıldığı mürekkebe bile değmez,” diyerek küçümsemişti. Üstelik bu girişim, Filistin davasını tamamen tasfiye etmeye yönelik bir sürecin başlangıcı olarak görülen karşılıksız bir taviz niteliğindeydi. Suudi liderliği, dün olduğu gibi bugün de bu politikaları tekrarlıyor, zira Amerikan siyasetini çok iyi biliyor.
Son iki Arap ve İslam zirvesinin sonuç bildirgelerinde, soykırım ve etnik temizlik suçlarının sonuçlarına ilişkin sorumluluk, uluslararası topluma atıldı. Washington ve müttefikleri hakkında ise sadece utangaç bir şekilde “çifte standart” eleştirisi yapıldı. Ancak düşmana yönelik açıkça taraflı tutumları ve savaş suçlarına olan katkıları —planlama, finansman, silah temini, koruma, donanma desteği ve siyasi-diplomatik destek— zirve katılımcıları tarafından eleştirilmedi, bırakın eleştiriyi, bir gül bile gönderilmedi.
Soru şu: Eğer mevcut Amerikan yönetimiyle ilişkiler bu durumdaysa, Netanyahu’nun umut bağladığı ve geçmişte kendisine “cömert” davranan yeni yönetimle nasıl olacak? Üstelik bu “cömertlik”, Balfour Deklarasyonu’nun saldırgan mantığına dayanarak, “Sahip olmayanın, hak etmeyene vermesi” ilkesiyle hareket etmişti. Aynı şekilde, Trump’a daha yakın olduğu bilinen Suudi Arabistan’ın tavrı nasıl şekillenecek?
Filistin davası ve halkı lehine elde edilen kazanımlar ise yalnızca Filistinlilerin fedakârlıkları, acıları ve kahramanlıkları sayesinde gerçekleşti. Bu başarılar, Washington ve normalleşme politikalarını benimseyenlerin engellemelerine rağmen elde edildi. Tarih ve gelecek nesiller, bu normalleşme yanlılarını, kimi zaman yaptıkları nedeniyle, çoğunlukla da yapmadıkları nedeniyle lanetle anacaktır.
Doğru tavrı sergilemek, düşmanı dosttan, suçluyu mağdurdan ayırt etmekle başlar. Bu, suçluya ortak olmak, suçlarını örtmek ya da mesuliyetini örtbas etmekle asla bağdaşmaz. Tüm bunlar ve daha fazlası göz önüne alındığında; özellikle Siyonist düşman ve ortaklarının katliamları sürdürdüğü bir ortamda, Arap-İslam zirvesinin izleme komitesini “en başarılısı” olarak tanımlamak ya da zirve sonuçlarını “muazzam ve tarihi” olarak nitelendirmek doğru değildir. Aksine, gerçek bu değerlendirmelerin tam tersidir, en azından şimdilik!