ABD ve İsrail Lübnan'da neyin peşinde?
"Şiilerin Suriye'ye tehcir edilmesi ihtimali de göz ardı edilemez, özellikle de düşman direnişi yenmeyi başarırsa."
Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Amerika ve İsrail’in Lübnan’ı, özellikle de Hizbullah’ın rolünü zayıflatmak üzere geliştirdiği ve pek de gizli kapaklı olmayan projelerine dikkat çekiyor. Bu projelerin temelinde, 1980’lerden bu yana Hizbullah’ın Batı’ya karşı direnç göstermesi ve Amerika’nın bu direnişi kendi çıkarlarına bir tehdit olarak algılaması yatıyor. Amerika’nın İsrail’le kurduğu ortaklıkta Lübnan’ı yeniden şekillendirerek ve Lübnan'da Batı yanlısı bir yönetim kurarak direniş hareketini zayıflatmayı hedeflediğini belirten Ebu Halil, Amerika’nın, Lübnan’ı direniş ekseninden koparmak için Şiilere yönelik yıldırma ve tehcir politikalarını desteklediğini vurguluyor. Ebu Halil, Lübnan’ın geleceğinin Batı’nın çıkarlarına bağlı bir hale getirilmek istendiğine ve Lübnan’daki direnişin bunun önünde en büyük engel olduğuna işaret ediyor.
Amerika ve İsrail’in Lübnan’ı yeniden şekillendirme projesi
Esad Ebu Halil, el-Ahbar
2 Kasım 2024
Hiç şüphesiz Amerika ve İsrail, 7 Ekim’den beri Batı’nın bölgede süren suç niteliğindeki savaşlarının baş aktörleri arasında yer alıyor. Amerika’nın Hizbullah’a karşı yürütülen savaşa doğrudan müdahil olduğu da kesin; zira bu savaşı kendi savaşı olarak görüyor. Bunun temelinde, 1980’lerin başında Amerikan askerlerinin Lübnan’da yaşadığı “aşağılanma” yatıyor (Batı’nın geleneksel oryantalist yaklaşımı, intikam dürtüsünü yalnızca Arap ve Afrikalı halklara özgü bir nitelik olarak gösterirken, esasen Batı’da intikam güdüsünün çok daha vahşi bir biçimde ortaya çıktığını göz ardı eder). Öte yandan, Hamas hiçbir zaman Batı’nın çıkarlarını hedef alan bir savaş başlatmadı. Hatta 90’lı yıllara kadar Amerika ile müzakere yürütüyordu; ta ki İsrail lobisi, Amerikan hükümeti ile Hamas arasındaki irtibatı yasaklama kararı alana dek (tıpkı 1975’te Amerikan hükümeti ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki irtibatı yasakladığı gibi. O dönem Birleşmiş Milletler’deki Amerikalı temsilci Andrew Young, bir kokteyl davetinde FKÖ temsilcisi Zuhdi Tarazi ile tokalaştığı için Carter yönetimi tarafından görevden alınmıştı). Amerika, Hizbullah’a karşı yürütülen savaşla yakından ilgili ve Suriye’deki Hizbullah liderlerinin, özellikle İmad Muğniyye ve Mustafa Bedreddin gibi isimlerin uğradığı suikastlarda ya bizzat planlayıcı ya da en azından destekçi rolündeydi. Hizbullah ise son yıllarda Amerika’nın çıkarlarına saldırmaktan kaçındı ve 1985’te resmen kurulduğundan bu yana Amerika’nın çıkarlarına yönelik saldırıları resmi olarak üstlenmedi.
7 Ekim’den itibaren İsrail’in Hizbullah’a karşı başlattığı ve giderek tırmanan bu savaş, Amerikan onayı olmadan gerçekleşemezdi. Bob Woodward’ın yeni kitabı Savaş (The War), Amerikan ve İsrail hükümetleri arasındaki koordinasyon düzeyini doğrudan gözler önüne seriyor. İsrail’in Lübnan’a yönelik savaşı, halkı bu çatışmadan “ayrı tutuyormuş” gibi gösterilerek “Hizbullah’a karşı savaş” adı altında yürütülüyor. Bu Siyonist söylem, Lübnan ve Körfez’deki bazı medya organlarında da kendine yer buldu. Fakat bu söylemi benimseyebilmek için İsrail’in ateşiyle ölen tüm kadın ve çocukları Hizbullah’ın mücahitleri olarak saymanız gerekir. İsrail, 2006’daki yenilgisinden beri Hizbullah’a dönük planlarını hazırlıyor ve Amerika, İsrail’in bu yenilgisinin intikamını almak konusunda İsrail’e tam destek sağlıyor. Zira Arap halkı, İsrail’e karşı direnişte daha cesur ve yaratıcı hale geldi. Amerika, bu durumun İsrail’in “stratejik dokunulmazlığını” zayıflattığını ve düşmanlarının onu hedef alma cesaretini artırdığını düşünüyor.
Bu savaş, Amerika ile İsrail’in ortak projesidir ve elbette NATO’nun tüm üyelerinin desteğine sahiptir. NATO üyelerini “ılımlı” veya “dengeli” olarak ayırmak, Amerika’nın Batı üzerindeki mutlak hakimiyetiyle çelişir; zira bu hakimiyet, Rusya’ya karşı Ukrayna’da başlatılan küresel savaş öncesinde halihazırda pekişmişti. Amerika, bu savaşa çok şey bağlamış durumda ve bu çatışmayı Lübnan’daki siyasi düzeni yeniden şekillendirmek adına bir “fırsat” olarak görüyor. “Fırsat” kelimesi, Washington’da savaşla ilgili yapılan Siyonist söylemlerde anahtar bir ifade olarak kullanılıyor. Mesela burada, Lübnan’da ateşkes çağrısı yapan sesler işitemezsiniz. Aynı şekilde, “fırsat” ifadesinin Lübnan’da da kullanılmaya başlaması bir tesadüf değil; tıpkı 1982’de İsrail'in işgalini ve saldırısını “fırsat” olarak nitelendiren Beşir Cemayel gibi. Son aylarda bu ifadeyi kullananlar arasında Paula Yakubyan, Fuad Sinyora, Veddah Sadık, Mark Dau, Sami Cemayel, Emin Cemayel, Rıdvan es-Seyyid, Nedim Kuteyş ve Semir Caca bulunuyor; tesadüf mü? Bu isimleri ortak paydada buluşturan şey ise Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Amerika, İran ile Lübnan arasındaki stratejik bağlantıyı Irak ve Suriye üzerinden kesmek istiyor. Suriye’ye yönelik savaş bu hedefe ulaşamadı; dolayısıyla son yıllarda, Aksa Tufanı öncesinde Lübnan’a yönelik komplo devreye sokuldu.
Amerika’nın Lübnan’a yaptığı yatırım asla tesadüfi değil. ABD, burada en büyük elçiliklerinden birini inşa ediyor ve Lübnan’daki varlığı hem devletin hem de toplumun imkanları üzerinde baskın ve belirleyici bir rol oynuyor (Dün Cumhuriyet Bloğundan Zahra, sosyal medyada, teknik ve idari konuları görüşmek üzere Amerikan elçiliğinde düşük rütbeli bir diplomatla bir araya geldiğini duyurdu. Benzer bir ziyaret İran Büyükelçiliği’nden bir diplomat tarafından yapılsa, bu büyük ihtimalle bir dizi açıklamaya ve özellikle de İran Dışişleri Bakanı'nın Lübnan halkının direnişine övgüde bulunmasına tepki gösterenlerden itirazlar yükseltecekti).
Amerika, Lübnan’ı direniş ekseninden koparmak istiyor; ancak Şiiler bu konuda büyük bir engel teşkil ediyor. Bu yüzden mevcut savaş, bir “Şiilere karşı savaş” görüntüsü almış durumda. Fakat bu durum, Hizbullah’ı kendi tabanına yabancılaştırma planıyla çelişiyor. İsrail’in Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelere yönelik kasıtlı saldırıları, Amerika ve İsrail’in Şiilere alternatif yaratma çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını kabullendiklerinin bir göstergesi (Hariri suikastından bu yana Hariri ve Suudi desteğiyle Hizbullah’a rakip olarak birçok Şii kesiminin, hareketin ve derneğin kurulduğunu hatırlıyorum. Basim es-Sab’ ve Nasır el-Esad gibi isimler bu girişimlerde yer almıştı. Bugün bile bu başarısız deneyimlerin bazı simaları Suudi ve Emirlikler medyasında ekranlarda boy gösteriyor).
Şiilerin Suriye’ye tehcir edilmesi ihtimali de göz ardı edilemez, özellikle de düşman direnişi yenmeyi başarırsa. Şu anda, Gazze halkının tamamını hareket ettiren ve onları defalarca tehcire zorlayan bir düşmandan bahsediyoruz. Amerika ve İsrail’in Lübnan’da ateşkesi tesis etme adına sunduğu projelerden sızan belgeler, emperyal güçlerin kendi hatalarından ders almadığını ve aynı projeyi defalarca başarısızlığa uğrama pahasına denemeye hazır olduklarını gösteriyor. Amerika, ne 1982 deneyiminden ne de Irak’taki tecrübelerinden ders almış. Hâlâ Vietnam’daki yenilgisini kabul etmiyor ve oradaki geri çekilişini –Güneydoğu Asya’da üç milyondan fazla insanın ölümüne yol açtıkları savaşa rağmen– aşırı güç kullanmaktan kaçındığı gerekçesiyle açıklıyor. Irak’ta ise başarısızlığını, Irak halkının “medeniyete, ilerlemeye ve demokrasiye karşı duyduğu soğukluğa” bağlıyor.
1982 tecrübesinde değişen şey, Lübnan’da yetkili bir cumhurbaşkanının bulunmaması ve Amerikan-İsrail ekseninin desteklediği bir “kurtarıcının” olmaması. Partiye [Hizbullah’a] karşı birleşik ve tutarlı bir projeyi temsil eden tek bir figür yok. Amerika’nın projesinde adı geçen ordu komutanının cumhurbaşkanlığı adaylığı da masum bir adım değil. Bu adaylığın gündeme gelmesinin maksadı, muhtemelen bu ismi “harcamak”. Zira Amerika ve İsrail’in bir ismi dayatması, saldırılar devam ederken bu ismin otomatik olarak siyasi meşruiyetini yitirmesi anlamına geliyor.
Amerika’nın, cumhurbaşkanının yetkilerini güçlendirmek amacıyla Taif Anlaşması’nı değiştirmeye çalışması da ihtimal dahilinde, özellikle de mevcut Amerikan-İsrail komplosu Sünniler ile Şiiler arasında bir ayrışma yaratmakta başarısız olmuşken (Ümitlerin Eşref Rifi veya Fuad Mahzumi gibi isimlere bağlandığını gördüğünüzde, ortada ciddi bir kriz olduğunu anlarsınız). Sünni toplumun genel tavrı, göçmenleri kucaklayarak ve İsrail’in Filistin ile Lübnan’a dönük saldırganlığı ve soykırım karşısında doğal bir dayanışma göstererek düşmanın planlarını sekteye uğrattı. Ancak, Amerikan planları çerçevesinde sunulan Kuvvetler [Lübnan Kuvvetleri] ve Ketaib [Falanjist Parti] liderlerinden hiçbiri “güçlü cumhurbaşkanı” rolünü üstlenebilecek durumda değil. Belki Amerika, güçlü ve dürüst bir lider olarak eski Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’a dönebilir. Belki sekizinci tugayı yeniden komutası altına alıp Hizbullah’ı “ezici bir darbeyle” saf dışı bırakacak lider odur.
Öte yandan, Taif Anlaşması Amerika’nın çıkarlarına uygun değil. Amerika, demokratik sistemlerle ve çeşitli yetkilerin bir arada olduğu bir yönetimle çalışmaktan hazzetmiyor, güçlü ve itaatkâr bir lider istiyor (tıpkı Amerika’ya bağlı Arap ülkelerindeki yönetimler gibi) ve emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getirecek birini arıyor. Şu anda gündemdeki projeler, Lübnan’ın güneyini ülkenin geri kalanından koparan 17 Mayıs Anlaşması’na geri dönmeyi bile hedefliyor. İsrail ve Amerika’nın talepleri, ülkenin milli egemenliğinden tamamen vazgeçmeyi gerektiriyor (Albert Kostanian, L’Orient-Le Jour gazetesinde İsrail’in taleplerinin karşılanmasını savundu, tabii ki “egemenlik, özgürlük, izolasyon” ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri adına). İsrail, sınır köylerindeki halkı tehcire zorlayarak, yerleşimcilerine rahat bir yaşam alanı sağlamak istiyor. Ayrıca Lübnan’da hangi tür silahların bulundurulmasına izin verileceğini de belirlemek istiyor (Bu arada, Camp David Anlaşması’nda İsrail, Mısır’ın Sina’daki egemenliğinden feragat etmesini talep etmiş ve bunu elde etmişti. Anlaşmaya göre İsrail, Sina Yarımadası’nda hangi tür silahların bulunabileceğini belirleyebiliyor ve Mısır’ın burada askeri birlik veya teçhizat sevkiyatı yapabilmesi için İsrail’den izin alması gerekiyor. İsrail, 1973 savaşında Mısır’ın aldığı askeri yenilgi ve ardından Enver Sedat’ın teslimiyetçi yaklaşımı sayesinde bu taleplerini kabul ettirebilmişti).
Şimdi de İsrail, güneyde hangi mezheplerden askerlerin bulunacağını denetlemeyi ve bu askerlerin görevlerinin niteliğini belirlemeyi talep edecek. Ordu, güneyde bir tür işgal kuvvetine destek veren bir yapı olarak işlev görecek; tıpkı Antun Lahd’ın Güney Lübnan Ordusu döneminde olduğu gibi.
Amerika ve İsrail’in taleplerine dair dolaşan taslaklarda, silah tedarikinin yalnızca orduyla sınırlı tutulması üzerinde ısrar ediliyor. Burada Amerika, mevcut durumu hukuki bir zemine oturtmak istiyor. Amerika, Hariri suikastından bu yana Lübnan ordusunu doğrudan gözetiminde tutuyor ama amacı orduyu güçlendirmek değil, zayıflığını ve yetersizliğini garanti altına almak. Örneğin, iç savaş öncesinde Amerika, Lübnan ordusunun savaş uçaklarına sahip olmasına izin veriyordu (Bu son çatışmada ordu, Amerika’nın kendisine sağladığı tarım ilaçlama uçaklarını yangın söndürmede su püskürtmek için kullandı). Lübnan devleti ise cumhuriyet tarihindeki iki sefer dışında savaş uçaklarını kullanmadı: Birincisi 1973 yılında Filistin kamplarına karşıydı, ikincisi ise 1976’da Kamil Şemun’un Saadiyat’taki sarayını korumak içindi. Silahların yalnızca orduya verilmesi, İsrail’in Lübnan ordusunun silahlanması üzerindeki örtülü vetosunun kalıcı hale getirilmesi anlamına geliyor, ki bu veto modern tarihte hep geçerli olageldi. Bu çatışmada ordunun gösterdiği bariz yetersizlik de Amerika’nın orduyu zayıf bırakma ve eğitilmemesi sağlama planının bir neticesi (Amerika’nın eğittiği Irak ordusunun IŞİD karşısında veya Afganistan’daki ordunun Taliban karşısında çöküşü de tesadüf müdür?)
Bu dönem sıradan bir dönem değil; ortada çok büyük bir komplo var ve Batı, İsrail’in bombardımanları sonucu Arap sivillerin hayatını kaybetmesini tamamen kabul etmiş durumda. Bugün İsrail, devam eden bu savaşta bize nükleer bomba atsa, Batılı ülkelerden herhangi bir itiraz duymayız (belki Belçika Dışişleri Bakan Yardımcısı çıkıp saldırıyı kınayan bir konuşma yapar). İsrail’e karşı zafer bir opsiyon değil, zira elde başka bir şey yok. Bu, milli bir zorunluluk. Elbette halkın tamamı direnişi desteklemiyor. Bilakis, en vahşi ve barbar orduya karşı direniş gösterenlere sırtlarından hançer saplıyorlar. Şu anki (ve tarihsel) mücadelede tek seçenek var: Ya biz ya onlar.