"Meşru müdafaa hakkı" üzerine
"Bizim meşru müdafaa hakkımız, tam da Netanyahu'nun kendisi için iddia ettiği gibi geçerli. Dolayısıyla, bu denklem tersine çevrilmeli."
Filistin halkının, Netanyahu’nun “meşru müdafaa hakkı” iddiasına dayanarak İsrail’in işgal ve soykırım politikalarına karşı “meşru müdafaa hakkı” var. Yaser Arafat’ın danışmanlığını yapan Bessam Ebu Şerif, İsrail’in emperyalizm ve Siyonist hareket tarafından kurulan saldırgan bir askeri üs olarak, yalnızca Filistin’i değil, Lübnan, Suriye ve diğer Arap ülkelerini de tehdit ettiğini, Arap dünyasının ve direniş güçlerinin, İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı koyma ve bu yapıya karşı mücadele etme hakkı olduğunu anımsatıyor.
Ev ev, konut konut, bina bina
Bessam Ebu Şerif, Rey el-Youm
Bugün sabah saatlerinde, Netanyahu, İsrail’in Amerikan yapımı F-35 savaş uçakları ve Amerikan menşeli bombalarla, Amerikalı-İsrailli çifte vatandaş pilotların vahşice gerçekleştirdiği saldırıların, Hizbullah’ı ateşkes konusunda baskı altına almak amacı taşıdığını söylüyor. İsrail, bu sayede, işgal altındaki Filistin topraklarında, Celile ve Celile Parmağı olarak bilinen bölgelerde kurulan kuzeydeki yerleşimlerinin sakinlerini yeniden yerleştirmeyi hedefliyor. Ayrıca, Lübnan topraklarını işgal edip, Hizbullah’ın kahraman askerleri tarafından defalarca engellenen sızma girişimlerini de sürdürmeye çalışıyorlar. İsrailliler, bu tür teşebbüslerin başarılı olduğu takdirde, tanklarla Litani’nin güneyine kadar inip belirli bölgeleri ele geçirmeyi amaçlıyorlar.
Bu barbarların, Gazze’de yaptıkları gibi, çocukların ve kadınların canına kıyarak, güney Lübnan’da, Beyrut’un güney mahallelerinde ve diğer bölgelerde sergiledikleri, halen de devam etmekte olan vahşeti göz önünde bulundurursak; aynı şeyi Bekaa, Baalbek, Hermel ve Lübnan’ın kuzeyinden güneyine kadar her noktada yapıyorlar. Örneğin, Suriye ve Lübnan’dan yaklaşık çeyrek milyon kişinin toplandığı, Mesna ile Cedide Yabus arasında uzanan yolu bombaladıkları gün, güney Lübnan’ın köyleri ve kasabaları neredeyse yerle bir edildi. Direnişin her yerde olacağı aşikâr, fakat önemli olan nokta bu değil. Tüm tanıklıklar, yorumlar ve analizler gösteriyor ki, Hizbullah’ın kahramanları, güney Lübnan’da, dünyanın en iyi ordularının seviyesinde, hatta onlardan bile üstün bir şekilde savaşarak, İsrail’in her sızma teşebbüsünü durduruyorlar. Bu teşebbüslerin her biri İsrail’e ağır bedeller ödetiyor; askerlerini ve teçhizatlarını kaybediyorlar.
Burada tartışmak istediğimiz husus şu: Netanyahu, binlerce insanı katletmenin, çocukların ve kadınların üzerine binalar yıkmanın, Bekaa, Baalbek, Hermel ve güney Lübnan’ın her köşesinde köyleri, kasabaları yerle bir etmenin ve Beyrut’un güney mahallelerini, Bir Hasan’dan Leylaki’ye, Şiyah’tan Burc el-Baracne’ye, Kola’dan diğer mahallelere kadar, tamamen yok etmenin kendisine bir zafer kazandıracağını mı sanıyor?
Diyoruz ki, bu düşman, insanlıktan uzak, vahşi bir delilikle hareket ediyor ve hatta savaş kanunlarına bile uymuyor. Çıkarları için savaşan, başka ülkeleri işgal eden ve halklarını zorla boyun eğdirip zenginliklerini yağmalayan bir haldeler. Bunu, güç tehditleri ve bomba yağmurlarıyla yapıyorlar; tıpkı şu an Irak’ta, Gabon’da ve Suriye gibi pek çok başka yerde yaptıkları gibi. İsrail ise genişlemeyi ve egemenliğini artırmayı hedefliyor. Bunu da Suriye’de kendilerini Kürtlerin yöneticisi ilan eden, İsrail’in işbirlikçisi olan bu grupla kurduğu ittifak sayesinde yapmaya çalışıyor. Bu ittifak, Golan Tepeleri’nin altında ve Fırat’ın kuzeydoğusunda bulunan Suriye’nin devasa petrol ve doğalgaz kaynaklarının İsrail’in kontrolü altına geçmesini sağlayacak. Eğer İsrail’in Irak Kürdistanı ile de kurduğu ittifakı hesaba katarsak, İsrail’in kontrol ettiği bölgelerde Filistin’in büyük petrol ve doğalgaz kaynaklarından, Suriye ve Irak’ın zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine kadar büyük bir hakimiyet alanı olduğunu görebiliriz. Irak Kürt yönetiminin İsrail’le iş birliği içinde olması son derece bariz ve Bağdat’taki hükümet, bu ilişkileri durduracak kadar güçlü değil. Bağdat hükümeti, zayıf ve ABD’nin etkisi altında; Amerikalılar ise en az bir yıl daha çekileceklerine dair söz verdiler, fakat bu sözlerinin ne kadar geçerli olduğu şüpheli.
Biz diyoruz ki, eğer Netanyahu’nun sivilleri –çocukları, kadınları ve erkekleri– öldürmek, evlerini başlarına yıkmak ve güneydeki ile Bekaa’daki köyleri yok etmek bir baskı aracı olarak kullanabileceğini düşünüyorsa, şüphesiz ki bu acımasız saldırılar ve işlenen katliamlar, halkın moralini ciddi şekilde etkileyecektir. Bu tür saldırılar, siviller üzerinde büyük bir korku yaratıyor ve onları, yarı yıkılmış ya da tamamen yıkılma tehlikesi altında olan evlerini terk etmeye ve daha güvenli yerlere sığınmaya zorluyor. İnsanlar, çocuklarını, kadınlarını ve erkeklerini bu acımasız ve uluslararası hukuka aykırı bombalardan koruyabilmek için kaçıyorlar. Bu bombalar, ABD'nin Lübnan ve Lübnan halkına karşı savaşında kullandığı silahlardan biri. ABD diyoruz, zira bizce Lübnan, Filistin, Suriye, Yemen ve Irak’a karşı savaşan esas güç Amerika’dır, İsrail değil. İsrail, yaklaşık on bin eğitimli askerini kaybetti, gücünü yitirdi ve düzenli askeri kapasitesi büyük oranda zayıflamış bir durumda. Artık eski gücünde olmayan bu yenik düşmüş ordu, moral olarak da çökmüş bir halde. Ancak ellerinde hala en güçlü silahları, yani hava saldırıları ve gökten yağan bombaları var; bunlarla sivil yerleşim yerlerini yok ediyor ve masum insanları öldürüyorlar.
Sadece askeri üsler ve hava üsleri değil, Netanyahu’nun sözlerinin manasını bizzat kendisinin tatması gerekiyor. Eğer bu katliamlar, Hizbullah’a baskı yaparak onun tutumunu değiştirmeye yönelikse, Hizbullah’ın füzelerinin askeri olmayan hedeflere yöneldiğinde ne yapacaklarını görelim. Bu, iki ucu keskin bir kılıçtır ve eğer direniş güçleri, İsrail’in yaptığı gibi köyleri, kasabaları, güneydeki sivil yerleşim yerlerini, Bekaa ve Beyrut’un güney mahallelerini hedef almaya karar verirse, Netanyahu büyük bir pişmanlık duyacaktır. Söylediğimiz gibi, Netanyahu, kendi sözlerinin acısını tatmalı. Son olarak, bu tür bir eylemin ilahi bir emir olduğuna inanıyoruz. Kuran’da, “Size saldıranlara, size saldırdıkları şekilde karşılık verin,” deniyor. Yani, düşmanın çocukları öldürürken ve katliam yaparken kullandığı yöntemin, kendisine geri dönmesi gerekiyor. Buna ek olarak, Netanyahu aynı açıklamada, İsrail’in meşru müdafaa hakkının bir hak ve aynı zamanda bir görev olduğunu söyledi. Burada kastettiği, Yahudileri savunmak ve egemen bir devlet olarak hak iddiasında bulunmaktır. Evet, meşru müdafaa bir haktır ve bu, hakikaten de bir vazifedir. Fakat, meşru müdafaa ne anlama geliyor? İsrail, eski sömürge güçlerinin kurduğu ve yeni sömürgeciliğin desteklediği bir varlıktır. Bu yapı, başka bir halkın toprakları üzerine kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nden sonra, Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren bu toprakları kontrol altına alan sömürgeci güçler, hakkı olmayan birine, başkasının mülkünü vermiştir. Bu toprakların gerçek sahibi, o topraklarda yaşamış olan halktır ve hak sahibi onlardır.
Bu halk, meşru müdafaa hakkına sahip olan gerçek hak sahibidir. Burada “meşru müdafaa” ifadesiyle kastedilen, toprağı, yani devletin, halkın, halkın mülklerinin, çiftliklerinin, köylerinin ve şehirlerinin savunulmasıdır. Bu topraklar, eski sömürgeciliğin koruyup getirdiği ve yerleştirdiği göçmenlere değil, o toprakların asıl sahiplerine aittir. Sömürgeciler, kendilerine sığınanları koruyarak, başkalarının mülklerini onlara devretmiş ve eski sömürgeciliğin ve Siyonist çetelerin destek ve silah yardımıyla bu toprakları onlara vermiştir. Bunun arkasında ise “bu topraklar devlete aittir,” gibi bir bahane yatıyor. Sömürgecilerin mantığına göre, başka bir devlet olmadığı için, mandater güçler toprakların sahibi kabul edilmiştir ve bu toprakları istediklerine verebilirler. Bu mantık tamamen hatalı ve arkasında hiçbir mantıklı argüman yok; tek kelimeyle sömürgeci bir muhteva barındırıyor. Ayrıca, Yahudi Ajansı’nın, devasa miktarda para karşılığında bazı insanların düşkünlüğünden yararlanarak toprak satın alması da bu sömürgeci sürecin bir parçası. Topraklarını satmak için can atan bu insanlar, özellikle Merc İbn Amir gibi dünyanın en verimli topraklarında, Siyonist çetelere satış yaptı. Bu satışların birçoğu, gerçek arazi sahiplerinin haberi olmadan, çeşitli hilelerle gerçekleştirildi. Fakat, para hırsıyla topraklarını Yahudi Ajansı’na satanlar da oldu. Netanyahu’nun “meşru müdafaa bir hak ve görevdir,” şeklindeki açıklamalarının hem mantıksal hem de tarihsel olarak içi boştur. Meşru müdafaa, masum çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmek, hastaneleri ve insanların başlarına evlerini yıkmak demek değildir. Netanyahu’nun müdafaa hakkı olarak tanımladığı şey, daha fazla toprağı yutmak, işgal etmek, katliam yapmak, halkı topraklarından ve mülklerinden zorla çıkararak onları yerlerinden etmektir. Bu şekilde, ırkçı bir devlet ve ırkçı bir devlet toprakları ele geçiriyor. Ayrıca, İsrail hala sınırlarını belirlemeyi reddediyor, zira daha fazla toprağa, petrole ve doğalgaz sahip olma hırsıyla genişlemeye çalışıyor. Bu genişleme tutkusu, sömürgeci güçlerin ve Siyonist hareketin, Filistin topraklarını işgal etmek ve Filistin halkının yarısından fazlasını göçe zorlamak için uydurduğu boş hikâyeler ve hurafelerin birer devamı. Bugün, Filistin halkının büyük bir kısmı, komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm ediliyor. 1967’de işgal edilen Batı Şeria ve Gazze gibi, Filistin’in tarihî topraklarının geri kalanında bile işgal altında yaşıyorlar. İngiliz mandası, bu toprakları ve silahları Siyonist harekete teslim edip ülkeden çekilirken, Batı, bu yapıyı yeni sömürgeciliğin bir askeri üssü olarak desteklemeye devam etmişti. İsrail, Batı’nın nükleer destekleri sayesinde yüzlerce nükleer bomba üreten bir reaktöre sahip ve askeri üstünlüğünü korumak için en güçlü silahlarla, özellikle de hava gücüyle donatıldı. Bu şekilde, Amerika'nın askeri üssü olarak, tüm Arap ülkelerinden daha güçlü hale getirildi. Halbuki Arap ülkeleri, Çin, Rusya ve Kuzey Kore'den silah satın alarak güçlerini dengeleyecek imkâna sahip. En azından, bu askeri üs ile eşit güçte olabilecek bir savunma gücü kurabilirler.
Öyleyse, direniş güçlerinin –Lübnan’daki veya başka yerlerdeki İslami ve milli direnişin– hedefleri sınırlı olmamalı. Netanyahu’nun “hak ve vazife” olarak tanımladığı müdafaa hakkını biz de aynı şekilde uygulamalıyız. Filistin halkı olarak, bizim meşru müdafaa hakkımız var. Dolayısıyla, Sayın Binyamin Netanyahu’nun mantığına göre, Filistin halkının meşru müdafaası, topraklarını gasp eden bu yapıya karşı savaşmayı içerir. Bu yapı, emperyalizm ve Siyonist hareketin birlikte kurduğu saldırgan bir üssü temsil ediyor; bugün de aynı yapı, Lübnan, Suriye ve Fırat’ın kuzeydoğusuna doğru genişleyerek Suriye’nin, Golan’ın ve Filistin’in petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koymaya çalışıyor. Bizim meşru müdafaa hakkımız, tam da Netanyahu’nun kendisi için iddia ettiği gibi geçerli. Dolayısıyla, bu denklem tersine çevrilmeli; Filistin halkının ve Arap dünyasının meşru müdafaa hakkı var ve bu, Siyonist yapıya karşı mücadele etmek anlamına geliyor. Zira bu yapı, Filistin halkına, Lübnan, Suriye, Irak ve Mısır halklarına karşı saldırgan ve yayılmacı bir askeri üs olarak hareket ediyor.