Yeni milenyumun faşistleri
"Bariz biçimde 'liberal' bir iktisadi felsefe olan faşizm, özel rekabetin önünü açarken devleti baskıcı ve ideolojik işlevlerine indirgemekle ilgileniyordu."
Çevirmenin notu: Thomas Fazi’nin geçen aylardaki şu değerlendirmesine de bakarak yazıya başlamak iyi olabilir: “Kendilerini Brüksel’den kontrolü geri almaya adadıkları iddia edilen ‘milliyetçi’ ve ‘vatansever’ partilerden, Brexit’in uygulanabilir olduğunu gösterdiği AB’den çıkma zaruretine ilişkin farkındalığın artması beklenebilirdi. Bunun yerine tam tersi bir sonuca ulaştılar: AB o kadar güçlü ki varlığını kabul etmekten başka bir alternatif yok. Bunun trajik sonuçlarını Meloni hükümeti örnekliyor: Avrupa Birliği’nin (ve NATO’nun) dikte ettiği politikalara riayet etmekten başka seçeneği olmayan, boş kültür savaşı retoriği yapan, sözüm ona “egemenlikçi” bir hükümet. Avro çerçevesinde sağ popülizmin kaçınılmaz kaderini —iktisadi ana akımın duyarcılık karşıtı bir versiyonu haline gelmek— simgeliyor.”
Yeni milenyumun faşistleri
2020’ler 1920’ler değil ama demokrasi diye geçinen şeyde faşist “potansiyeller” varlığını sürdürüyor.
Oliver Eagleton
5 Aralık 2023
Günümüz sağ popülizminin faşizmin bir türevi olarak tanımlanıp tanımlanmayacağına ilişkin tartışmada söz konusu olan nedir? Nazi Almanya’sında tarihsel analojiler arama eğilimi, nadiren günümüz koşullarının aklı başında bir analizini sağlar. Donald Trump gibi lümpen ırkçıları Führer’in kopyası olarak göstermek kitlesel siyasi partiler, gönüllü kuruluşlar ve sınıf çatışmalarıyla karakterize edilen 20. yüzyılın başları ile 21. yüzyılın başlarındaki atomize dünya arasındaki uçurumu ıskalıyor. Ayrıca gözden düşmüş bir orta yolcu siyaseti “faşist tehdide” karşı son savunma hattı olarak sunarak sükuneti mümkün kılıyor. Beklentiler bu şekilde düşürüldüğünde yerleşik politikacılar toksik milliyetçiliğin yükselişini kolaylaştıran politikalar [harcama kesintileri, ücret baskısı, askeri müdahale ve göçmen kışkırtıcılığı] izlemekte özgür kalırlar.
Ancak iki savaş arası tecrübe ile bizim deneyimimiz arasında net bir ayrım yapmanın da benzer sorunları var. Faşizmi geçmişe hapsetmek, kapitalist demokrasilerdeki potansiyel veya yeni ortaya çıkan varlığını gizleyebilir. İlkini istisnai hale getirmek, ikincisini normalleştirmek anlamına gelebilir. Batılı liderlerin, sağ ve sol eski otoriterliklerin yenilgisinin piyasa güdümlü bir ilerleme çağını başlattığı mitolojisini doğrulayarak eşit bir rehavet duygusu yaratabilir. Muhtemelen 1920’ler ile 2020’ler arasındaki uçurumda ısrar eden klasik faşizm tanımı, ikisi arasındaki bazı kurumsal ve psikolojik süreklilikleri ihmal etme ve bunlara karşı koruma sağlamada başarısız olma riskini taşıyor. Theodor Adorno’nun 1959’da yazdığı gibi, “Nasyonal Sosyalizmin demokrasi içinde varlığını sürdürmesini, faşist eğilimlerin demokrasiye karşı varlığını sürdürmesinden potansiyel anlamda daha tehditkâr buluyorum.”
Dolayısıyla, faşizmi ya her yerde mevcut bir tehlike ya da tekrarlanamaz bir hadise olarak görmekte zorluklarla karşılaşılıyor. İtalyan filozof Alberto Toscano, gerici siyaset üzerine yaptığı yeni çalışmasında bu iki tuzaktan kaçınmaya özen gösteriyor. Late Fascism [Geç Faşizm], terimin uygulanabilirliği lehinde ya da aleyhinde doğrudan bir dava açmak yerine, son 100 yılda bu terimin kullanıldığı sayısız yolun izini sürüyor ve her birinde günümüzle paralellikler arıyor. Yazar, tam olarak yansıtmasa bile, faşist virüsün mevcut nativizm bolluğuyla rezonansa giren teşhislerini arıyor.
Bu amaçla Toscano, bir önceki büyük çalışması Fanaticism’de [Fanatizm, 2010] kullandığı yöntemi —Köylüler Savaşı’ndan Terörle Mücadele’ye uzanan ve bu terimin anlamına ilişkin kabul edilmiş bilgeliği yerle bir eden, terime adını veren soykütüğünü— tekrar ediyor. Orada polemikçi hedefi, dini fanatiği ılımlı liberalden ayıran resmi söylemdi. Burada ise fanatik ateşbazlar ile saygın devlet adamlarını uzlaşmaz karşıtlar olarak sunan bir ideolojiyi çözmeye koyuluyor. Her iki durumda da yaklaşımı bir akademisyenin sabrı ile bir teorisyenin hayal gücünü birleştiriyor; arşivleri tarıyor, faşizm hakkındaki geniş literatürde unutulmuş ipuçlarını buluyor ve bunları bu siyasi sapkınlığın çarpıcı bir şekilde orijinal bir anlatısına dokuyor.
Toscano, uzak hakların mazisi ve bugünü arasında yapılacak herhangi bir karşılaştırmanın, faşizmin kendisinin sürekli olarak “zamanın dışında”, kendi dönemiyle eş zamansız olduğunu kabul etmesi gerektiğini belirterek başlıyor. Kapitalist kalkınma her zaman eşitsizse, farklı yerlerde farklı tempolarda işliyorsa, bu durum —en azından 20. yüzyıl boyunca— piyasa egemenliğinden önceki bir döneme ait belirli uygulamaların, anıların ve arzuların bulunabileceği çeşitli bir sosyal manzara yaratır. Bu durum bilhassa köylüler ve zanaatkârlar için geçerliydi. Geleneksel faşizmin amacı, zamansal olarak yerinden edilmiş bu topluluklardaki ütopyacı dürtüleri kullanmak ve onları bir özgürleşme siyasetine karşı döndürmekti. Otoriter yönetimi aracılığıyla, onların parçalanmış deneyimlerini “ırksal, etnik ve dini üstünlük söylemleriyle pekiştirilmiş sahte birlikler ve sahte bütünlükler” haline getirdi.
Bunu yaparken faşizm kayıp bir altın çağı, organik bir uyum ve saflık dönemini çağrıştırıyordu ama bu bilinçli bir kurgudan başka bir şey değildi. Mussolini, İtalyan ulusu imgesinin asla bir “gerçeklik” olmadığını, daha ziyade bir “kışkırtma, umut, inanç, cesaret” [bir eylem teşviki] olduğunu açıkça belirtmişti. Faşizm maziye değil geleceğe —somut hale getirmeyi umduğu bir dizi soyut kavrama [anavatan, aile, volk]— bakıyordu. Bu kavramların hayata geçirilmesi, fiilen var olan herhangi bir topluluğun, mevcut herhangi bir geleneğin ya da kültürün yok edilmesini meşrulaştırıyordu. Muhafazakârlığın —ya da sosyalizmin— aksine, ırksal devrim ve yeniden doğuş adına bu tür engelleri ortadan kaldırmayı vaat ediyordu. Şiddet kültü, yalnızca savaş ve kan dökmenin ulusal ruhu ete kemiğe büründürebileceği fikrine dayanıyordu.
Naziler ve Mussolini’nin kadroları böylece “kapitalizmsiz kapitalizm” görünümünü etkilediler: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra keskin bir şekilde hissedilen meta üretimi ve mali krizin kesik kesik ritmini basit bir palingenesis [zamansız bir ırksal idealin gerçekleştirilmesi] ile değiştirdiler. Gerçekte ise daha ziyade “kapitalizmin kapitalizmi kapitalizmden kurtarması” ile ilgileniyorlardı; ezilen bir toplumun tüm hayal kırıklıklarıyla aşılanmış, kutsallaştırılmış bir şiddet biçimini, bu baskı yapılarını eşitlikçi bir alternatife karşı korumak için kullanıyorlardı.
Bariz biçimde “liberal” bir iktisadi felsefe olan faşizm, özel rekabetin önünü açarken devleti baskıcı ve ideolojik işlevlerine indirgemekle ilgileniyordu. Duçe, Roma Yürüyüşü’nden bir ay önce, “Devleti tüm iktisadi özelliklerinden arındırmak istiyoruz. Demiryolcu devletine, postacı devletine, sigortacı devletine son. Tüm İtalyan vergi mükelleflerinin masraflarıyla çalışan ve İtalya’nın tükenmiş mali durumunu daha da kötüleştiren devlete son,” diye gürlemişti. Toscano, tek amacı faşizm ve komünizmi birbirine karıştırmak olan “totalitarizm” yakıştırmasını reddediyor ve faşist politikaların özünde teknokratik olduğunu öne sürüyor. Mussolini, “korkunç ve savunmasız” kamu bürokrasisini, özellikle büyük iş dünyasından seçkinler tarafından verilen her türlü “görevi” yerine getirebilecek modern bir aygıta indirgemekten bahsediyordu. Bu, her şeyi kapsayan bir yönetim biçimi değildi. Bu, kendi sınıfının çıkarları doğrultusunda ayrı projeler yürütebilen çevik bir yönetimdi.
Kitabın da gösterdiği üzere, faşistler gücü sadece hesap vermeyen bir kabalada merkezileştirmediler. Daha ziyade iktidarı siyaset kurumunun geneline yaydılar. Michel Foucault’nun da belirttiği gibi, “Nazizm insanlara hiçbir zaman maddi avantajlar sağlamadı, güçten başka hiçbir şey dağıtmadı... Nazi rejimi altında bir bireyin sadece SS olduğu ya da partiye kaydolduğu anda sahip olabileceği gücü bir düşünün! Komşunuzu gerçekten öldürebilir, karısını, evini çalabilirsiniz!”
Faşizm ve günümüz aşırı sağı arasındaki ortak mirastan kuşku duyanlar, ilkinin müthiş “parti hareketi” sayesinde kitlesel katılımcı bir karaktere sahip olduğunu, ikincisinin ise internet ve seçim sandığı aracılığıyla pasif bir siyasi katılım tarzına dayandığını vurguluyor. Fakat Toscano’ya göre faşizm hiçbir zaman gerçek anlamda kolektif bir olgu olmadı. Her ne kadar ırkçılığı “sözde birlikler” yaratmak için kullansa da özneleri depolitize ve örgütsüzdü. Ortak failliği kullanmaları zorla engelledi. Faşizm, “aşağılanmış bireye sınırsız bir komplo olarak hayal edilen esrarengiz bir bütünlük” sunarak ona “iktidarsızlık” hissi aşıladı. Teselli olarak da bu komploda suç ortağı olarak görülen şahıslara yaşam bahşetme veya onları öldürme gücü verdi.
Bu şekilde tasarlanan faşizm yeni milenyumda hayatta kaldı mı? Toscano, pazarın toplumu giderek daha homojen hale getirmesiyle birlikte aşırı sağın kapitalizm öncesi dürtüleri kullanma yeteneğini kaybettiğini gözlemliyor. Bugün Marine Le Pen gibi figürler basitçe “trente glorieuses’un refahına”, sanayi işçisinin zirvesine geri dönüyor. Düzensiz şimdiki zamana karşı kullanılabilecek organik bir düzen kurgusunu inşa etmek için çok az temel var. “Heterojenlik ve eş güdümlülük eksikliği” bu tür demagogların “ütopik ve anti-sistemik olana” erişmesini engelliyor.
Hayali bir mazinin yokluğunun yanı sıra, geleceğe yönelik bir yönelim eksikliği de söz konusu. Faşizm, ulus fikrini dramatik kargaşa anlarında —askeri yenilgiler, iktisadi şoklar ve sınıf savaşı— teşvik etmişti. Yakın felaketler projesine itici güç sağlamıştı. Fakat şimdi, sürekli bir acil durum yerine ağır çekim bir çöküş yaşıyoruz. Tarihsel krizimizin fıtratı daha ağır. Sonuç olarak, “çağdaş faşizasyon genelde çok daha gevşek, daha ikircikli, fantezilerinde devrimci olmaktan ziyade muhafazakâr”.
Yine de Toscano’nun tanımladığı faşizmin diğer özellikleri -tekelci sermayenin silahlı muhafızı olarak devlet, yurttaşlar arasında “örgütsüzlüğün örgütlenmesi”, şiddetin ırksal olarak seçici bir şekilde onaylanması— sözüm ona liberal-demokratik toplumlarda da mevcut. Amerikan siyah radikal geleneğinden yazarlar uzun zamandır karantina sistemini, belirli grupları rutin terör ve baskıyla hedef alan faşizan bir varlık olarak tanımlıyor. Siyaset teorisyeni Nikhil Pal Singh, ABD tarihi boyunca ortaya çıkan ve güya evrensel anayasal ilkelerin uygulanmadığı “iç dışlama bölgelerini” —plantasyonlar, rezervasyonlar, gettolar, hapishaneler— sıralıyor. Bu, bakış açısı epistemolojisinin en iyi örneği; devletin, kamu kurumlarının keyfi vahşetine maruz kalan ırksallaştırılmış katmanlarının angaje perspektifinden analizi. Toscano, faşizmin “Avrupa partilerinin, rejimlerinin ve ideolojilerinin belirli bir konfigürasyonu” olmaktan ziyade değişken bir süreç —liberalizmi “liberal olmayan araçlar” ve “tahakküm fantezileri” yoluyla korumayı amaçlayan kapitalist krize verilen bir yanıt— olduğunu savunmak için bu düşünce çizgisini yeniden inşa ediyor.
Bu mercekten bakıldığında, son on yılda yükselen sağcı güçlerin demokrasi olarak adlandırılan şeydeki bazı faşist “potansiyelleri” [bu kelime Geç Faşizm boyunca tekrarlanıyor] sertleştirdiği ya da hızlandırdığı söylenebilir. Bugün radikal sol marjinal olduğundan ve artık idealist bir “kapitalizmsiz kapitalizm” vizyonu sunamadıklarından, selefleriyle aynı karşı devrimci amaca sahip değiller, ancak kriz tehdidi altındaki devletin kimlik hiyerarşilerini yeniden kurduğu ve bunların uygulanmasını belirli gruplara emanet ettiği süreç o zaman olduğu gibi şimdi de aktif. Bu dinamiğin önümüzdeki yıllarda daha da yoğunlaşması muhtemel. Çevresel çöküş yalnızca Trump kampanyasının fosil nihilizmini değil, aynı zamanda Rassemblement National’ın “Nouvelle Ecologie”sinde sergilenen “kan ve toprak” kırsalcılığını ve Yeni Zelanda’daki 2019 toplu katliamlarını motive eden neo-Malthusçuluğu da besleyecektir.
Toscano’nun kitabı bu tür olasılıkları keskin bir şekilde hatırlatıyor. Yine de Toscano’nun tanımladığı şekliyle çağdaş faşizmin belirli kurumlar veya duygusal durumlarla sınırlı kaldığını belirtmek gerekir. Aşırı sağcı liderlerin merkezi hükümeti ele geçirdiği ABD ve Brezilya gibi ülkelerde, en otoriter dürtüleri toplumun geneline yayılmamıştı. Esasında uçucu milliyetçiliğin kâr marjlarını iyileştirme konusunda en iyi araç olduğuna ikna olmayan şirket seçkinlerinin büyük bir kısmının direnişiyle karşılaşmışlardı. Ve şimdiye kadar seçim yenilgisinin sonuçlarını isteksizce de olsa kabul etmek zorunda kalmışlardı.
Bu, Toscano'nun gerici siyasetin bağlamından ziyade içeriğine odaklanarak zaman zaman göz ardı ettiği türden bir sosyolojik nokta. Yazdığı üzere, kapitalizmde faşizan sayılabilecek eğilimler olsa bile, bunların topyekûn bir faşizm durumuna dönüşüp dönüşmeyeceği bir dizi somut faktöre —sermayenin en dinamik kesimlerinin çıkarları, yargı ve ordu gibi devlet aktörlerinin elverişliliği, seçim sisteminin sağlamlığı, milliyetçi siyasi aygıtın gücü ve genel nüfusun ırkçılığa açıklığı— bağlı. Başka bir deyişle Toscano’nun faşist “süreçlerin” daha geniş kapsamlı bir açıklaması lehine bir kenara bıraktığı “partilerin, rejimlerin ve ideolojilerin” sonlu karakteri, doğrudan mevcut konjonktürümüze dayanıyor. Bu, Geç Faşizm’in kör noktalarından biri. Yine de aşırı sağ ajitasyona ve bunun ana akım siyasi kültürdeki yankılarına tuttuğu ışık göz kamaştırıcı olmaya devam ediyor.
Alman kapitalizminin tükenişi
"Avrupa entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerindeki neoliberal uzlaşı bugün tükendi."