Terry Eagleton yazdı: Neden doğruyu söyleyemeyiz?
"İnancımızı zorlayan şey hakikattir, fakat geç kapitalist toplumları birbirine bağlayan şey inanç değildir."

Çevirmenin notu: Market reyonlarında saklı galaksiler var. Otoparklarda saklı evrenler var. Yapmacıklığın hemen ardında, yıldızlardan daha kadim bir gerçeklik var. Kapitalist tekdüzeliğin hemen ardında, sonsuz bir hayret pınarı var. Kolektif psikozun hemen ardında, tanıdık bir akıl sağlığı var. İçinde bulunduğumuz durumun umutsuzluğunun hemen ardında, büyük bir güç gülümsüyor. Okura sevgiler.
Neden doğruyu söyleyemeyiz?
Terry Eagleton, Unherd
25 Temmuz 2023
Önemli olan neyin işe yaradığıdır
Hakikat fikri son yıllarda gözden düştü. Bir kere, siyasi açıdan eskiden olduğundan daha az önemli. Soğuk Savaş döneminde, bir egemen ideoloji diğeriyle çatışırken, hangi inançlarınızın doğru olduğu son derece önemliydi. Daha sonra, doksanlı yıllarda, Soğuk Savaş sona erdiğinde, “ideoloji” kelimesi tedavülden kalktı. Bunun nedeni kısmen insanların kendi inançlarını ideolojik olarak görme eğiliminde olmamaları, tıpkı insanların kendilerine sivilceli ya da şişko demeleri gibi. İdeoloji ötekinin sahip olduğu şeydir ve belirli bir öteki artık ortadan kaybolmuştur.
Başkalarının inançları katı, doktriner, tartışmaya kapalı ve pratik dünyadan kopuk olma anlamında ideolojiktir; oysa kişinin kendi inançları esnek, pragmatik ve son derece makuldür. Daha fazla ailenin yoksulluğa sürüklenmesi için çocuk yardımının kesilmesi ekonomik krizde oldukça sağduyulu bir yaklaşımken, petrol şirketlerinin ağır bir şekilde vergilendirilmesi sosyalist dogmadan kaynaklanmaktadır. Monarşiye saygı duymanın ideolojik bir yanı yoktur —burnunuzu kaşımak ya da günde sekiz saat kumar oynamak gibi, bu doğal bir insan eğilimidir— ama monarşinin halkın dikkatini ekmek yokluğundan başka yöne çekmek için sirkler sağladığını iddia etmek sadece vefasız entelektüellerin lafıdır.
O halde post-hakikat olmak, post-ideolojik olmak demektir. Uzun zaman önce, orta sınıf aristokrasinin kalelerine saldıran devrimcilerken, Tanrı, özgürlük, ilerleme, yurtseverlik ve eşitlik gibi fikirler onlar için çok önemliydi. Bunlar kalplere ve zihinlere ulaşmak için verilen mücadelede hayati silahlardı. Ancak bir kez sermaye biriktirme gibi tekdüze bir işe koyulduklarında, bu görkemli kavramlar o kadar da önemli olmamaya başladı. Ayrıca, kapitalizm dünyayı sekülerleştirip rasyonelleştirerek, bu tür yüksek fikirli şeylerin giderek daha mantıksız geldiği bir iklim yarattı. Bunu yaparken de kendi gerekçelerinden bazılarının altını oydu.
Bugünlerde Tanrı’dan, özgürlükten, “bu büyük ülkemizden” ve “üniformalı cesur kadın ve erkeklerimizden” bahsedenler çoğunlukla Amerikalı politikacılar; ABD, püriten mirası nedeniyle dünyanın en metafizik uluslarından biri olduğu kadar en materyalistlerinden de biri. Jeremy Hunt’ın, ülkenin uluslararası alacaklılarına olan borcunun aksine, Yüce Tanrı’ya olan ebedi borcu hakkında ağdalı bir şekilde konuşması tahayyül bile edilemez. Kapitalist toplum evrildikçe, gündelik pratikleri retorik olarak kendini haklı çıkarmaktan uzaklaşıyor, yani yaptıkları ile yaptıklarını söyledikleri arasındaki uçurum uyumsuz bir şekilde büyüyor. Bu, filozofların edimsel çelişki olarak bildiği şeydir. O halde en iyisi, metafizik bagajından mümkün olduğunca kurtulmaktır; bu durumda hakikat, en azından büyük bir H ile, giderek gereksiz hale gelir.
İnancımızı zorlayan şey hakikattir, fakat geç kapitalist toplumları birbirine bağlayan şey inanç değildir. Liberalizmin egemen ideolojisine göre, diğer insanların aynı şeyi yapma özgürlüğünü engellemediği ya da onların refahına ciddi bir tehdit oluşturmadığı sürece istediğiniz şeye inanabilirsiniz. John Calvin ya da Oliver Cromwell için anlaşılmaz olan bu durum, günümüzün bir dizi otokratı için de hala anlaşılmazdır. Ayrıca, göreceli bir dünyada “inanç” kelimesi dogmatik bir anlam kazanıyor.
Bir tür inanca sahip olmanın insan olmanın bir gereği olduğu düşünüldüğünde bu tuhaftır. İnsan olmak, dünya hakkında bir bakış açısına sahip olmaktır. Söz konusu inançların saplantılı olması gerekmez. Doğum evlerinin önünde megafonla dikilmeden de doğumun kaldırılması gerektiğine inanabilirsiniz. Tarihçi A.J.P. Taylor, bir keresinde Oxford bursu için kendisiyle mülakat yapan bir komiteye aşırı siyasi görüşlere sahip olduğunu ama bunları ılımlı bir şekilde savunduğunu söylemişti.
Dini inancın birkaç yüzyıl önce Protestanlığın doğuşuyla birlikte sadece Tanrı ile sizin aranızda bir iş olarak bireyselleştirilmesi gibi, genel manada inanç da Morris dansı ya da güvercin süsleme gibi zararsız bir şekilde kendine özgü bir tür özel hobi haline gelir. Bu tür toplumları bir arada tutan şeylerin —tüketimcilik, maddi çıkarlar, hukukun üstünlüğü— tam da İslamcı düzenlerde olduğu gibi insan aklının süzgecinden geçmesi gerekmez. Batı’nın son öcüsünün —komünizm yerine terör— onu ciddi bir siyasi dezavantaja sokmasının bir yönü de budur. Bu tür ülkelerde dayanışma her yere kadar uzanırken, Britanya’da büyük ölçüde futbolla sınırlıdır. “Taraftar” kelimesi “fanatik” kelimesinin kısaltmasıdır.
İslamcılık masum sivilleri havaya uçurmaya başladığında, kendi kültürünün giderek daha şüpheci ve göreceli hale gelmesi Batı için talihsizlikti. İnancın değeri tam da siyasi olarak gerekli olduğu noktada düşüyordu. Hakikat maddi çıkarlara tabi hale geldi. Platon’un çağında hakikatin bu tür dünyevi meselelerden bağımsız olduğu düşünülürdü. Cehalet ve yanılsamanın gündelik dünyasını yücelten mutlak bir meseleydi. Faat daha sonra Friedrich Nietzsche gibi düşünürler, doğru olarak kabul ettiğimiz şeyi büyük ölçüde dünyaya bakış açımız tarafından belirlendiğini, bu bakış açısının bu tür pek çok bakış açısından yalnızca biri olduğunu ve diğer şeylerin yanı sıra maddi hayatta kalma mücadelemiz tarafından şekillendirildiğini savundu. Bu argüman hakikatin varlığını inkâr etmese de onu toplumsal ve tarihsel bir çerçeveye yerleştiriyordu.
Bizim zamanımızda bu durum daha kaba bir versiyona indirgenmiştir: hakikat basit anlamda bir güç aracıdır. Dünyayı, çıkarlarınızı en iyi şekilde destekleyecek şekilde tanımlarsınız. Ve birbiriyle çelişen pek çok çıkar olduğu için, birbiriyle çelişen pek çok hakikat de vardır. Donald Trump ve Büyük Yalan’ın yanı sıra hakikatin sadece benim için doğru olan şey olduğunu savunan postmodernistler de ortaya çıktı. Hakikat nihayet ya ortadan kaldırılmış ya da özelleştirilmiştir. Önemli olan neyin işe yaradığıdır ve bu amaçla bariz bir yalan da işe yarayabilir. Oxford İngilizce Sözlüğü “to trump up”ı “yanlış bir suçlama ya da bahane uydurma” olarak tanımlıyor.
Tüm bunlar sürekli değişim içinde olan bir topluma uygundur. Hakikat ve gerçekler statik gibi görünür ve bu nedenle tek kalıcı niteliği değişkenlik olan bir dünyada hayatta kalmaları mümkün değildir. Postmodern kapitalizmin dünyasında her şey akışkan, istikrarsız, temelsiz ve geçicidir. Değişim iyidir ama aynı kalmak değildir. Bu Tesco ve Google’ın CEO’ları için doğru olabilir, ancak genel bir önerme olarak bariz biçimde saçmadır: Eğer kalıcılık ve tutarlılık hoş değilse, neden çocuk işçiliği yasağını kaldırmıyoruz ve beş yaşındaki çocukları işyerlerine göndermiyoruz? Ancak tarihsel hakikatin, bu dünyanın Trump ve Hannity’lerine batan mutlak bir yanı da var. Eğer imparator Tiberius’un MS 37 yılında Capri adasında öldüğü doğruysa, bu MS 37 yılında da doğruydu, bugün de doğrudur ve hiç şüphesiz 3000 yılında da doğru olacaktır. Elbette, hiç doğru olmayabilir de. Ama bu başka bir mesele.
Hakikatin gözden düşmesinin başka sebepleri de var. Platon için hakikat, gündelik gerçekliğin yüzeysel görünümlerinin altında gizlenen derin bir şeydi. Postmodernizm bu yüzey/derinlik modelinden bir dizi nedenden ötürü rahatsız; bunlardan biri Lenin’in görünüşlerin gerçekliği olarak adlandırdığı şeyle ilgili. İmaj, yıldız, marka, anlık duyum ve anlık haz kültüründe her şey yüzeyde görünür; ancak derinlik yoksa yüzey de yoktur ve tüm model çöker. “Reality TV” teriminde olduğu gibi görüntü gerçektir. Ne görüyorsanız onu alırsınız. Film ve televizyondan ödünç alınmış bir fiil olan bir konu hakkında “görüş” sorulur. Tüm bunlar, yüzey/derinlik modelinden hoşlanmayan siyasi sağ için yeterince uygundur zira bu model, hayatlarımıza hükmeden güçlü ama görünmez güçler olduğunu öne sürmektedir. Marx, “Tüm önemli süreçler, bireylerin ardında işler,” diye yazmıştı. Gördüklerimiz ve elde ettiklerimiz hiç de aynı şeyler değildir. Bu inanç post-hakikat çağında da devam ediyor ama artık komplo teorileri olarak biliniyor.
Komplo teorisyenleri en azından iki konuda; hakikatin bize resmi olarak söylenenden dramatik bir şekilde farklı olabileceği ve genelde nahoş olduğunda haklıdır. Dünyanın, bir gün hepimizin banka hesaplarına bir servet yatıracak olan yardımsever bir gizli toplum tarafından yönetildiğini iddia eden çok fazla komplo fantezisti yoktur. Bununla birlikte, hakikat kavramının daha çekici bir yönü vardır. Kelimenin kendisi kadim İngilizce “triewth” kelimesinden gelir ve inanç ya da sabitlik anlamını karşılar. Güven ya da sadakat anlamına gelen “troth” kelimesi de bununla ilgilidir. Yani hakikat aslında ahlaki bir kavramdır. Her şeyin olduğu gibi doğru olduğu bir şekilde konuşmak, başkalarına karşı sadık olmakla yakından ilgilidir. Aslında, birincisi olmadan ikincisini yapamayız. Karşılıklı güven olmadan herhangi bir sosyal varoluş olamazdı. O halde Donald Trump’ın gerçeklere karşı takındığı laubali tavrın, hemcinslerinin çoğunu ağzı bozuk bir şekilde küçümsemesiyle ilgili olması şaşırtıcı değil.
çevirmen notu için teşekkürler, ihtiyacım varmış.