Sahip olduğumuz şey "ahbap-çavuş kapitalizmi" mi?
"Tüm kapitalizm 'ahbap-çavuş kapitalizmidir' ama devlet ile sermaye arasındaki ilişki zamanla değişir ve tekelci kapitalizm altında çok daha yakın hale gelir."
Çevirmenin notu: Geçtiğimiz yıllarda Almanya’da Wirecard şirketinin bilançosundaki 1,9 milyar avrodan fazla paranın buhar olduğu ortaya çıkmıştı ve şirket, 3,2 milyar avro değerindeki borçlarının ortaya çıkmasından sonra 2020’nin haziran iflas başvurusu yapmıştı. Seçim döneminde savcılık, şu anki Şansölye Olaf Scholz’un idaresindeki maliye bakanlığının alt dairelerinde detaylı bir tahkikat yürüttü. Alman basının buna karşı gösterdiği refleks, “rakiplerinin Scholz’un ayağını kaydırmaya çalıştığı” yönündeydi. Wirecard skandalının kilit isimlerinden biri Jörg Kukies’di.
Pek Jörg Kukies kimdi? Maliye bakanlığı döneminde Scholz, Jörg Kukies’i finans piyasasından sorumlu müteşar olarak atamıştı. Federal hükümette görev almadan evvel Goldman Sachs’ın Almanya ve Avusturya şubesinin yönetim kurulu eşbaşkanıydı.
Goldman Sachs’ta milyonlar kazanan Kukies, aynı zamanda KfW Bankengruppe yönetim kurulu başkan vekili, KfW IPEX-Bank GmbH denetim kurulu üyesi, Avrupa İstikrar Mekanizması direktörü, Avrupa Finansal İstikrar Aracı direktörü, Federal Finans Piyasası İstikrar Ajansı yönetim kurulu başkanı ve Avrupa İmar Bankası başkan yardımcısı olarak görev yapmıştı.
Kukies’in finans piyasası düzenlemelerinde muazzam bir gücü vardı. Esasında Alman banker lobisi, kendi adamını Maliye Bakanlığı’nda kritik bir mevkiye getirmeyi başarmıştı.
Batılı siyasetçiler ve medya, hasım kabul edilen ülkelerde “ahbap-çavuş” kapitalizminin var olduğu ve bunun tasfiye edilmesi gerektiği yönünde telkinlere sıkça başvuruyor. Aşağıda tercümesi verilen makale, Hindu Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’in imzasıyla Peoples Democracy’de yayımlandı. Patnaik, “ahbap-çavuş” kapitalizmi tanımındaki bilinçli yanlışı tashih ediyor.
Sahip olduğumuz şey “ahbap-çavuş kapitalizmi” mi?
Prabhat Patnaik, Peoples Democracy
9 Temmuz 2023
Faşist unsurlar her modern toplumda olur, ancak genelde uç, marjinal veya tali unsurlar olarak kendilerini gösterirler. Fakat kendilerine bol miktarda para ve medyada yer sağlayan tekelci sermayenin desteğini aldıklarında merkez sahneye çıkarlar; bu da işsizliği önemli ölçüde artıran ve tekelci sermayenin o zamana dek sahip olduğu hegemonyaya soru işareti koyan bir kapitalist kriz yaşandığında olur. Böyle bir durumda faşist unsurların rolü, söylemin saptırılmasını sağlamaktır, böylece krizle boğuşan bir kapitalizmde yaşamanın temel sıkıntısı, bahtsız bir dini, etnik ya da dilsel azınlığa karşı nefret ve düşmanlığın yayılması yoluyla örtbas edilmeye çalışılır; buna ilave olarak faşist unsurlar, iktidara geldiğinde devlet baskısının kullanılması ve kendi faşist haydutlarının hedef alınan azınlığa, düşünürlere, entelektüellere, siyasi muhaliflere ve bağımsız akademisyenlerin üzerine haydut gruplar şeklinde salınması da söz konusudur.
Hindistan bu modele tamamen uyuyor. Bununla beraber, faşist grupların siyasi iktidara yükselişiyle ilişkili ek bir unsur daha vardır. Tekelci sermaye içerisinde yeni ortaya çıkan bir unsur olan “yeni tekelci burjuvazi”, faşist gruplarla özellikle yakın bir ilişki içerisine girer. Ünlü Fransız anarko-Marksist Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye adlı kitabında, Almanya’da 1930’larda çelik, üretici malları, silahlanma ve mühimmat gibi alanlarda yeni ortaya çıkan tekelci kapitalistlerin, tekstil ve tüketim malları gibi alanlarda faaliyet gösteren eski tekelci kapitalistlere kıyasla Nazilere bilhassa sağlam bir destek sağladığını ileri sürmüştü. Bunu söylemek, ikinci grubun Nazileri desteklemediği anlamına gelmez; aslında ünlü iktisatçı Michael Kalecki, Nazi rejiminden, faşist sonradan görmeler ile büyük şirketler arasında herhangi bir ayrım yapmadan bir ortaklık olarak bahseder. Ancak yeni tekel gruplarının faşist unsurlara çok daha pro-aktif, çok daha saldırgan bir destek sağladığı da bir hakikattir. Aynı şekilde Japonya’da, 1930’larda Japon askeri-faşist rejimini desteklemede, daha önce Japon sanayileşmesinin ön saflarında yer alan Mitsui, Mitsubishi ve Sumitomo gibi firmalardan oluşan eski Zaibatsu’dan çok daha saldırgan olan, Nissan ve Mori gibi Shinko Zaibatsu firmaları gibi yeni ortaya çıkan tekelci kapitalistler grubuydu. Yine eski tekelci şirketlerin faşist rejimi desteklememesi söz konusu değil; destekledikleri aşikâr (Mitsubishi ne de olsa gemi yapımıyla hemhâldı). Ve bu destek, savaş sonrası General Douglas MacArthur yönetimindeki Amerikan işgal rejiminin de eski Zaibatsu işletmelerini dağıtmasının nedeniydi (daha sonra farklı bir kılıkta yeniden ortaya çıkmaları ayrı bir konu). Ancak askeri-faşist rejime destekleri tam, mutlak ve çok daha saldırgan olan yeni tekel işletmeleriydi.
İşte Hindistan yine bu modele tamamen uyuyor. Adaniler ve Ambaniler gibi yeni tekelci şirketler Modi rejimine verdikleri destekte çok daha proaktif davrandılar ve eski ve köklü tekelci şirketlere kıyasla bu destekten büyük fayda devşirdiler, fakat Tatas’ın patronu, bu şirketin Hindutva rejimine olan yakınlığını vurgulamak için Nagpur’daki RSS merkezini bile ziyaret ederek desteklerini sunmakta hiçbir şekilde isteksiz davranmamıştı.
Modi hükümetinin özel olarak yeni tekelci unsurlarla ve genel olarak tekelci sermayeyle olan yakın bağı sıklıkla “ahbap-çavuş kapitalizmi” olarak tanımlanıyor. Fakat bu tanımlama, iktidardaki faşist unsurlar ile tekelci sermaye, özellikle de yeni tekelci sermaye arasındaki bağın yakınlığını hafife alıyor. Sermaye-Hindutva ittifakı olarak tanımlanması daha doğru olan bu ilişkinin nevi şahsına münhasır, eşsiz doğasını gözden kaçırıyor. Bu, modern kapitalizmin tümü için geçerli olan genel bir terimi faşist unsurların yükselişinin özgül durumu için kullanmak anlamına geliyor ve dolayısıyla özgüllüğünü ıskalıyor.
Aslında tüm kapitalizm belli bir anlamda ahbap-çavuş kapitalizmidir; uyulması gereken belli “oyun kuralları” vardır ama bu kurallar dahilinde takdir yetkisi “ahbap-çavuşlar” lehine kullanılır. Örneğin, bir ihale almak için başvuru sahibinin belirli asgari kriterleri yerine getirmesi gerekir, ancak bu kriterleri yerine getirenler arasında doğru “bağlantılara” sahip olanlar veya doğru devlet okulu eğitimine veya doğru “geçmişe” sahip olanlar ihaleyi alır. Başka bir deyişle, kapitalizmde ihalelerin verilmesi hiçbir zaman tümüyle dalavereli değildir ama bu dalaveresizlik, bu sistematik kayırmacılık uygulaması, belirli bir “oyun kuralları” dizisi içinde gerçekleşir.
Tekelci kapitalizmde, tekelci kapitalistler ile devlet arasındaki bu ilişki elbette çok daha yakın hale gelir. Rudolf Hilferding, Das Finanzkapital adlı eserinde bankalar ve sanayi sermayesi arasında bir “kişiler arası birlikten” ve bu temelde bir “mali oligarşi” oluşumundan söz etmiş ve “mali oligarşi” ile devlet arasında da benzer bir “kişiler arası birlik” önermesinde bulunmuştu. Çok uluslu şirketlerin yöneticileri üst düzey devlet pozisyonlarına atanır ve aynı şekilde üst düzey devlet personeli de üst düzey yönetici pozisyonlarında sorunsuz bir şekilde çok uluslu şirketlere geçer. Böylece devlet politikası tekelci kapitalistlerin çıkarlarını gözetecek şekilde düzenlenir. Fakat tüm bunlar, ne kadar tekelci kapitalistler lehine yönelmiş olursa olsun, sürdürülmeye devam eden belirli “oyun kuralları” dahilinde gerçekleşir.
CIA, Guatemala’da toprak reformları ABD’nin United Fruit Company şirketine zarar veren Jacobo Arbenz’i devirmek için bir darbe tertiplediğinde ya da CIA ve MI6, petrol endüstrisini millileştirdiği ve böylece İngiliz petrol şirketi Anglo-Iranian’ı o zamana dek işgal ettiği üstün konumdan uzaklaştırdığı için İran Başbakanı Musaddık’a karşı bir darbe tertiplediğinde bile, saldırgan devletler belirli tekelci kapitalistlerin çıkarlarını savunmak için hareket ediyorlardı ama “oyunun kuralları” reddedilmedi ve darbenin belirli tekelci çıkarları savunmak için sahnelendiği kabul edilmedi. Esasında İngiliz hükümeti, Musaddık’ı deviren ve İran Şahı’nı iktidara getiren darbeyle ilgisi olduğunu bugün bile resmen reddediyor.
Ancak faşist unsurların iktidara gelmesi tüm bunları değiştirir. Temel bir değişimi, yani “oyunun kurallarının” bir kenara bırakılmasını gerektirir. Bu durum Hindistan örneğinde açıkça görülüyor. Başbakan, Fransız hükümetinden Anil Ambani tarafından yeni kurulan bir firmayı Rafale uçaklarının yerli üreticisi olmasını kabul etmesini istediğinde, herhangi bir küresel ihale ya da herhangi bir asgari kriterin karşılanması söz konusu değildi. Aslında kamu sektörü üreticisi bile by-pass edilmiş ve bunun için hiçbir açıklama yapılmamıştı. Aynı şekilde, Hindenburg ifşaatlarına rağmen, Adani grubunun işleriyle ilgili herhangi bir soruşturma talimatı verilmediğinde, elimizde olan şey “oyunun kurallarının” yürürlükten kaldırılmasıdır. BJP hükümetinin bazı firmaları seçmeyi ve onları diğer ülkelerin firmalarıyla rekabette “kazanan” olacak şekilde inşa etmeyi planladığı bildiriliyor ki bu da tekelci sermaye, özellikle de yeni tekelci sermaye ile devlet arasında çok yakın bir bağ olduğunu gösteriyor. Bu potansiyel “kazananları” seçerken izlenecek herhangi bir “oyun kuralı” olmayacaktır; bu sadece Hindutva unsurlarının ittifak kurduğu tekelci kapitalistlerin imparatorluklarını kurmak için devletten yardım almalarını gerektirecektir.
Diğer yandan yeni tekel unsurları da Hindutva hükümetinin tam medya desteği almasını sağlayarak karşılık veriyor. Sermaye-Hindutva ittifakına oybirliğiyle medya desteği sağlama sürecinin tamamlanması için, hükümetten bir ölçüde bağımsız olan başıboş televizyon kanalının Adaniler tarafından satın alınması hiç de şaşırtıcı değil.
Mussolini’nin “devlet ve şirket gücünün kaynaşması” olarak nitelendirdiği durumu anımsatan tüm bu süreci yalnızca bir “ahbap-çavuş kapitalizmi” vakası olarak nitelendirmek son derce hafif bir ifade olacaktır. Aslında “ahbap-çavuş kapitalizminden” söz etmek, normalde hüküm süren ama Hindutva unsurlarının yönetimi altında ihlal edilen “saf”, “ahbap-çavuşçu olmayan” bir kapitalizm olduğunu varsayar. Aslında öyle bir şey yoktur; tüm kapitalizm “ahbap-çavuş kapitalizmidir” ama devlet ile sermaye arasındaki ilişki zamanla değişir ve tekelci kapitalizm altında çok daha yakın hale gelir. Fakat faşist yönetim dönemindeki kapitalizm, bu ilişkinin daha da niteliksel bir dönüşümünü temsil eder; burada yönetimin kendisi bir sermaye-Hindutva ittifakı tarafından icra edilmektedir.