Neden Grönland?
"Adanın askeri stratejik önemi, Arktik bölgesine erişim sağlama isteği ve gelecekte giderek daha önemli hale gelecek olan bu bölgenin jeopolitik anlamda kilit bir alan olması."
Trump’ın Grönland’ı ilhak etme konusundaki açıklamalarının altı hiç de boş değil. Trump, adanın stratejik önemi ve doğal kaynakları nedeniyle ABD için hayati olduğunu vurguladı. Bu ilgi, ABD’nin Arktik bölgesine erişim sağlama, Çin’le rekabet etme ve askeri üstünlüğü koruma hedeflerine dayanıyor. Geçmişte de ABD’nin Grönland’ı satın alma girişimleri olmuş, ancak Danimarka bu teklifleri reddetmişti. Grönland, askeri ve jeopolitik açıdan stratejik bir noktada bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinde ABD’nin bu bölgede üsler kurduğu ve erken uyarı sistemleri geliştirdiği biliniyor. Günümüzde ise iklim değişikliğiyle yeni ticaret yollarının açılması ve Çin’in Arktik bölgesindeki etkisini artırma çabaları, Grönland’ın önemini yeniden gündeme taşıyor. Ayrıca Grönland, nadir toprak elementleri ve diğer değerli mineraller açısından zengin bir bölge. Bu kaynaklar, yüksek teknoloji ürünleri için kritik öneme sahip. ABD, Avrupa ve Çin bu kaynaklara erişim konusunda rekabet halinde. Alman gazeteci Florian Flade derlemiş.
Yeni ABD Başkanı, Grönland'ın ABD'nin kontrolüne geçmesi gerektiğini belirterek büyük bir tartışma başlattı. Peki, Donald Trump neden bu az nüfuslu Kuzey Atlantik adasıyla bu kadar ilgileniyor?
Tarihe baktığımızda, bölgelerin, adaların veya hatta ülkelerin para karşılığı el değiştirmesi yeni bir durum değil. ABD de geçmişte bu tür anlaşmalar yapmıştı: Bugünkü Kaliforniya, Nevada, Arizona ve New Mexico gibi eyaletler Meksika’dan satın alındı. İspanyollar Florida’yı sattı, Fransızlar Louisiana’yı devretti ve 1867 yılında Alaska, 7,2 milyon Amerikan doları karşılığında çarlık Rusya’sından ABD’ye geçti.
1916’da ise ABD, Danimarka ile bir anlaşma yaptı: 25 milyon Amerikan doları karşılığında Karayipler’deki Danish West Indies adalarının kontrolünü aldı; bunlar arasında Saint Thomas da bulunuyordu.
Bu tür satışlar geçmişte yaşanmış olsa da uzun süredir böyle bir durum yaşanmıyor. Bu bağlamda, gelecekteki ABD Başkanı Donald Trump’ın bu hafta düzenlediği basın toplantısında Grönland, Panama Kanalı ve hatta Kanada’nın ABD’nin kontrolüne geçmesi gerektiğini açıklaması, tarihten kalma emperyalist bir hamle olarak algılanabilir. Trump, bunun ulusal güvenlik çıkarları için gerekli olduğunu ifade ederek, askeri müdahale veya ekonomik baskı (örneğin gümrük vergileri) gibi seçenekleri dışlamadı. Bu açıklamalar dünya genelinde geniş yankı uyandırdı.
Bu durum, özellikle Danimarka veya Kanada gibi ABD’nin müttefiki olan ülkelere karşı olası bir Amerikan saldırısının NATO’nun sonunu getirebileceği anlamına gelebileceği için, pek çok kişi tarafından “emperyalist tavır” olarak değerlendirildi.
Trump’ın Grönland’a yönelik ilgisi yeni değil. İlk başkanlık döneminde, Danimarka’ya adayı satın almayı teklif etmişti. O dönemde pek çok gözlemci, bu açıklamaları ciddiye almadı ve bir tür provokasyon olarak değerlendirdi. Fakat Trump tekrar başa geçtiğinde, dünyanın en büyük adasını satın alma fikri yeniden gündemine girmiş görünüyor.
Aslında ABD’nin Grönland’a olan ilgisi yeni bir plan değil. ABD, Alaska’nın Rusya’dan satın alındığı 1867 yılında, Grönland’ı da satın almak için Danimarka ile görüşmeler yapmış ancak bu görüşmeler ileriye gitmemişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ABD bir kez daha Grönland'ı satın almaya çalıştı. Bu kez 100 milyon Amerikan doları teklif ettiler; bu, günümüz değerleriyle 1 milyar Amerikan dolarından fazla bir tutara denk geliyor. Ancak Danimarka yine teklifi reddetti. Tıpkı 2019 yılında Trump’ın ilgisini yeniden dile getirdiğinde olduğu gibi. Danimarka hükümeti ve Grönland bölgesel yönetimi, “Greenland is not for sale” (Grönland satılık değil) sloganıyla bu teklifi reddetti.
Peki, Trump’ın Grönland’ı ABD kontrolüne alma konusundaki bu ısrarı nereden kaynaklanıyor?
Trump yönetiminden yapılan açıklamalara göre, bu durum ciddi ulusal güvenlik çıkarlarıyla ilgili. Trump, Grönland’ın ABD açısından stratejik öneme sahip olduğunu ve bölgede “orada olmaması gereken birçok geminin bulunduğunu” dile getirdi.
Özünde ise ABD’nin Grönland’a olan ilgisinin pek çok sebebi bulunuyor: Adanın askeri stratejik önemi, Arktik bölgesine erişim sağlama isteği ve gelecekte giderek daha önemli hale gelecek olan bu bölgenin jeopolitik anlamda kilit bir alan olması. Ayrıca, geleceğin teknolojileri için gerekli olan doğal kaynakların güvence altına alınması ve ABD’nin en büyük stratejik rakibi Çin ile rekabet konuları da bu ilginin temel gerekçeleri arasında.
Dünya haritasına baktığımızda, Grönland’ın Kuzey Kutup Dairesi’nde yer aldığı ve 2 milyon 166 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük adası olduğu görülür. Yaklaşık 57 bin kişilik nüfusuyla, gezegenin en az nüfuslu bölgelerinden biridir. Bunun temel nedeni yerel koşullardır: Adanın neredeyse dörtte üçü buzullarla kaplıdır. İklim serttir ve birçok bölge yaşam için elverişsizdir.
Grönland’daki ilk yerleşimlerin MÖ 2400 yıllarında gerçekleştiği düşünülüyor. Bu insanlar bugünkü Kuzey Amerika’dan gitti ve o dönemde iklim koşulları daha farklıydı. Daha sonra adaya, bugün nüfusun çoğunluğunu oluşturan İnuitler yerleşti.
Grönland, yaklaşık 300 yıldır Danimarka Krallığı’nın kontrolü altında. Başlangıçta bir Danimarka kolonisi olan ada, özellikle balina avcıları tarafından sıkça ziyaret edildi. Mayıs 1979’dan bu yana Grönland, Faroe Adaları’na benzer şekilde, büyük ölçüde özerk bir yapıya sahip. Bölgesel bir hükümet ve parlamento bulunuyor; başbakanları Múte B. Egede. Fakat devlet başkanı hâlâ Danimarka Kralı X. Frederik. Danimarka kontrolünde olmasına rağmen, Grönland 1982 yılında yapılan bir referandumla Avrupa Birliği ve Schengen Bölgesi dışında kalmayı tercih etti.
Grönland’ın savunması Danimarka ordusuna ait; bu da adanın NATO şemsiyesi altında korunduğu anlamına geliyor.
Stratejik önemi
Grönland, özellikle güvenlik ve savunma politikaları açısından ABD için büyük bir stratejik öneme sahip. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, adanın kontrolünün Arktik bölgesine erişim sağlamak açısından belirleyici olduğu aşikâr. Bu bölge, gelecekte daha da önem kazanacak bir jeopolitik alan olarak öne çıkıyor. İklim değişikliği nedeniyle yeni deniz yollarının ortaya çıkma ihtimali, bu yolların yeni ticaret rotaları, askeri seçenekler ve diğer uluslarla rekabet alanları yaratmasıyla ilgiyi artırıyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sı Danimarka’yı işgal etti. Bunun üzerine ABD, Grönland’da askeri üsler ve dinleme istasyonları kurdu. Savaşın ardından ABD adada kalmaya devam etti ve 1951 yılında Washington, Danimarka hükümetiyle kapsamlı bir savunma anlaşması imzaladı. Bu anlaşma kapsamında ABD'nin Grönland’da askeri varlığını sürdürmesi ve yeni tesisler kurması kabul edildi.
ABD'nin Grönland'daki en büyük üssü, kuzeybatıda yer alan Hayes Yarımadası’ndaki Thule Hava Üssü oldu. 1950’lerde “Blue Jay” adlı gizli bir proje olarak inşa edilen üs, daha sonra “Pituffik Uzay Üssü” olarak adlandırıldı. Soğuk Savaş sırasında ABD’nin bölgedeki varlığı daha da genişletildi, özellikle de Sovyetler Birliği'nden gelebilecek bir nükleer saldırıyı önceden tespit etmek amacıyla bir erken uyarı sistemi kuruldu. ABD’ye göre, Moskova’nın nükleer füzelerle yapacağı bir saldırı büyük olasılıkla Kuzey Yarımküre üzerinden, Arktik ve Grönland üzerinden gerçekleşecekti. Bu nedenle hazırlıklar bu doğrultuda yapıldı.
Thule Hava Üssü’nde ABD Stratejik Hava Komutanlığı’na bağlı uzun menzilli bombardıman uçakları konuşlandırıldı. Ayrıca Balistik Füze Erken Uyarı Sistemi (BMEWS) için tesisler kuruldu. Bu üssün yaklaşık 240 kilometre doğusunda ABD, “Project Iceworm” adı verilen bir başka gizli projeye başladı. Bu proje kapsamında, buzun altında gizli bir füze üssü olan "Camp Century" kuruldu. Bu üste yaklaşık 20 tünel kazılarak birkaç kilometrelik bir yer altı ağı oluşturuldu. Tesisin enerji ihtiyacını bir nükleer reaktörün karşılaması planlandı. Amerikan ordusu, Grönland buzullarının altına birçok füze rampası yerleştirerek buradan nükleer füzeler fırlatmayı amaçlıyordu.
Fakat projede sorunlar ortaya çıktı. Nükleer reaktör nedeniyle buzun sıcaklığı düşerek erimeye başladı. “Camp Century” çökmeye başladı ve tesis 1967 yılında tamamen terk edildi. Ancak Amerikan ordusu, üssü tamamen sökmedi; tonlarca atık, radyoaktif malzemeler de dahil olmak üzere, buzun 40 metre derinliğinde bırakıldı. Danimarka kamuoyu, bu başarısız gizli projeden ancak 1990’ların sonunda haberdar oldu.
2024 yılının bahar aylarında NASA, Kuzey Kutbu’ndaki buzulları uydu radarıyla incelerken “Camp Century”nin kalıntılarını keşfetti.
Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Arktik bölgesindeki faaliyetlerinde bir diğer önemli konu, Sovyet nükleer denizaltılarıydı. Pentagon’un o dönemdeki senaryolarına göre Sovyetler, savaş durumunda nükleer başlık taşıyan denizaltılarıyla Kuzey Denizi üzerinden Atlantik’e ulaşmayı ve ABD’ye yakın mesafeden tüm topraklarını vurmayı planlayabilirdi.
Bu tür saldırılara karşı hazırlıklı olmak için ABD, 1950’lerden itibaren geniş çaplı bir denizaltı takip sistemi kurdu. Bu sistemde, Norveç kıyılarında, İzlanda’da ve Grönland’da denizaltı izleme tesisleri inşa edildi. Sovyet denizaltıları, Atlantik’e ulaşmak için İzlanda’nın ya doğusundan ya da batısından geçmek zorundaydı. Bu nedenle ABD ve müttefikleri burada, denizaltı seslerini tespit etmeye yönelik "Sound Surveillance System" (SOSUS) adı verilen bir su altı mikrofon ağı kurdu. Kuzey Atlantik havzasında pek çok hidrofon yerleştirildi.
Soğuk Savaş sona erdi ama tehdit algısı son yıllarda yeniden arttı. Rusya, askeri gücünü artırıyor ve kendini Batı ile savaş halinde görüyor. NATO içinde de Soğuk Savaş dönemi senaryoları yeniden gündeme gelmeye başladı. Fakat mevcut savunma mekanizmaları bu tehditlere yeterince hızlı cevap verecek düzeyde değil. NATO’nun okyanuslardaki akustik izleme sistemleri, 1990’lardan itibaren büyük ölçüde geri çekildi. Bu durum, savunma stratejisindeki zayıf noktaları arayan NATO’yu yeniden Grönland’a odaklanmaya yöneltti.
Grönland, İzlanda ve İngiltere arasında yer alan deniz bölgesi, “Grönland-İzlanda-İngiltere Geçidi” (GIUK Gap) olarak adlandırılıyor. Bu geçit, Atlantik’e erişim sağlayan stratejik bir boğaz. Rus denizaltıları bu bölgeden geçmek zorunda ve bu durum, bir savaş durumunda büyük önem taşır. Rusya’nın Kuzey Filosu, Kuzey Amerika ve Avrupa arasındaki deniz ulaşımını kesmek isterse, bu geçidi kontrol altına almak zorunda kalacaktır.
NATO içinde bu tür stratejik noktalara “choke point” (darboğaz) denilir. Bu geçit, olası bir çatışmada hassas zararlar verilebilecek bir nokta. Bu nedenle, GIUK Geçidi’nde hem askeri istihbarat hem de caydırıcılık için kaynakların artırılması gerektiği yeniden tartışılmaya başlandı. Bir dönem bu bölgede güçlü bir şekilde varlık gösteren İngiliz donanmasının faaliyetleri de son yıllarda azaldı. Soğuk Savaş dönemindeki yoğun devriye faaliyetleri ve sıkı gözetim, artık eskisi kadar düzenli yapılmıyor.
Trump’ın bu hafta, Grönland çevresinde “orada olmaması gereken gemilerin” dolaştığını belirtirken bu noktaya dikkat çekmiş olduğu anlaşılıyor. Yeni ABD Başkanı’nın bakış açısına göre, Grönland’daki askeri durum ABD’nin lehine değil. Trump’ın, Danimarka, İngiltere ve Kanada’nın askeri güçlerini bu stratejik bölgede gerektiğinde belirleyici bir fark yaratabilecek kadar donanımlı görmediği açıkça anlaşılıyor.
Jeopolitik etki alanı
Trump’ın motivasyonunu açıklayabilecek bir diğer ve muhtemelen belirleyici nokta, ABD ile Çin arasındaki artan rekabet olabilir. Çin Halk Cumhuriyeti, ABD’nin en büyük rakibi olarak görülüyor ve Çin’in Tayvan’ı işgal etmesi gibi bir senaryoyla başlayabilecek askeri bir çatışma ihtimali artık göz ardı edilmiyor. ABD, böyle senaryolara askeri strateji açısından hazırlık yaparak, planlarında giderek daha fazla Pasifik bölgesine ve burada Çin’e karşı olası bir savaşın nasıl görüneceğine odaklanıyor.
Pekin, coğrafi konumu nedeniyle ne kadar garip görünse de kendisini “Arktik’e Yakın Devlet” olarak görüyor. Çin, yıllardır araştırma gemilerini Arktik sularına gönderiyor, keşifler düzenliyor ve bu bölgelerdeki ilişkilerini güçlendiriyor. Çin Halk Kurtuluş Ordusu donanması da Kuzey’in denizlerinde varlık gösteriyor. Örneğin, 2015 yılında Alaska açıklarında birkaç Çin donanma gemisi tespit edilmişti.
Şi Cinping liderliğinde Çin, kutup denizlerinde bir varlık iddiasında bulunuyor; hatta bazıları Çin’i bir “Kutup Süper Gücü” olarak nitelendiriyor. Bu durum, bir yandan Çin’in yükselen bir dünya gücü olma hedefiyle, diğer yandan da kaynak güvenliği ve yeni ticaret yollarının keşfiyle alakalı. Örneğin küresel ısınma, dünyanın belirli bölgelerinin artık yılın büyük bir bölümünde kalın kar ve buz tabakalarıyla kaplı olmaması ve özellikle dünya ticareti açısından önemli olan yeni deniz yollarının açılmasıyla sonuçlanıyor.
Uzmanlar yıllardır, Çin’in bu bağlamda İzlanda ve Grönland’a özel bir önem verdiğini belirtiyor. Dolayısıyla Trump’ın açıklamalarının, Çin’e bu bölgelerdeki emellerini genişletmemesi için doğrudan bir mesaj olarak yorumlanması kuvvetle muhtemel.
Geçtiğimiz on yıllar boyunca Grönland’da, Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge olmasına rağmen tam egemenlikten yoksun olduğu için, bağımsızlık girişimleri zaman zaman gündeme geldi. Eğer Grönland gerçekten bağımsız olursa —ki adanın başbakanı bunu son zamanlarda tekrar talep etmişti— teorik olarak Çin ile daha güçlü bağlar kurma ihtimali doğabilir. Bu durumda ada, büyük güçlerin oyuncağı hâline gelebilir.
Grönland zengin yeraltı kaynaklarına sahip olsa da yatırım eksikliği yaşıyor. Ada ekonomisinin hatırı sayılır bir kısmı, şu anda Danimarka sübvansiyonlarına dayanıyor. Sadece yaklaşık 60 bin kişilik nüfusu olan bağımsız bir Grönland, yabancı yatırımcılara muhtaç olacaktır. Kaynak açlığı çeken Çin’in ise böyle bir fırsatı kaçırmayacağı neredeyse kesin.
ABD için, Çin’in Arktik adasında gerçekten varlığını genişletmesi ve belki de askeri üsler kurması durumunda bu, stratejik bir felaket anlamına gelecektir.
Doğal kaynaklar
Kasım 1983 tarihli Alman dergisi Marine Rundschau’dai “Grönland’da bugüne kadar, enerji kaynakları, mineraller veya gıda kaynakları olsun, kalitesi, miktarı ve kullanılabilirliği açısından stratejik önem taşıyabilecek ulusal kaynaklar neredeyse hiç keşfedilmedi,” ifadesi yer almıştı. Makalede ayrıca Grönland’ın stratejik öneminin yalnızca coğrafi konumuna dayandığı belirtilmişti.
Zamanla bu durumun değiştiği söylenebilir. Grönland, özellikle geleceğin teknolojileri için hayati önem taşıyan kaynaklar açısından oldukça zengin. Ada, nadir toprak elementleri, özellikle Neodim, Disprosyum, Europyum, Lityum, Palladyum ve Terbiyum bakımından büyük rezervlere sahip. Bu maddeler, elektrik motorları, akıllı telefonlar ve rüzgâr türbinleri gibi yüksek teknoloji ürünlerinin üretiminde kullanılıyor. Ayrıca, Grönland’da özellikle güney ve batı bölgelerinde büyük demir cevheri yatakları, bunun yanı sıra altın, çinko, kurşun, elmas, stronsiyum ve uranyum rezervleri bulunuyor.
Nadir toprak elementleri üzerindeki mücadele şimdiden tüm hızıyla devam ediyor. Çin, yalnızca Asya’da değil, aynı zamanda Güney Amerika ve Afrika’da da küresel rezervlere erişim sağladı.
ABD açısından önümüzdeki yıllarda yeterli doğal kaynağı elde edip edememek, özellikle Çin ile iktisadi alanda rekabet edebilmek için kritik bir öneme sahip. Bu, elektrikli araç üretimi, bataryalar, yarı iletkenler, lazer teknolojisi, uydular, fiber optik ağlar ve diğer pek çok alan için geçerli.
Avrupa Birliği, Kasım 2023’te Grönland ile nadir toprak elementlerinin çıkarılması ve tedarikini garanti altına alacak bir anlaşma imzaladı. Benzer stratejik ortaklıklar kurmayı ABD ve Çin de hedefliyor. Ancak, doğal kaynakların çıkarılması şu anda hâlâ oldukça maliyetli ve zahmetli. Yeni rezervlerin keşfedilmesi ve yeni madenlerin açılması için geniş çaplı yatırımlara ihtiyaç var.
Sonuç
Trump’ın bu hafta Grönland, Kanada ve Panama Kanalı hakkındaki açıklamaları yankı buldu: Danimarka hükümeti, Grönland yerel yönetimi, Kanada Başbakanı ve Kanada muhalefeti, Avrupa Birliği’nden bazı hükümet başkanları —aralarında Almanya Şansölyesi Olaf Scholz da bulunuyor— Trump’ın planlarını kamuoyu önünde eleştirerek açıkça reddetti. Fakat Trump’ın mesajı, büyük ihtimalle Avrupalılardan ziyade Çin’e yönelikti. Washington, önümüzdeki dönemde Avrupa’ya daha az ilgi gösterecek ve Çin mutlak bir öncelik haline gelecek. Aynı zamanda Pekin’e, ABD’nin ne kadar ileri gidebileceği sinyali verilmek isteniyor; bu durum, ilk etapta NATO’nun zayıflaması anlamına gelse bile.
ABD’nin bu giderek tırmanan çatışmada gerçekten 19. yüzyılın emperyalist bir gücü gibi davranıp davranmayacağı, kendi çıkarlarını bu şekilde dayatıp dayatmayacağı ilerleyen dönemde görülecek. Fakat yeni ABD yönetiminin, provokasyon ve tehdit hamlelerinin ardından yeni anlaşmalara yönelme ve Grönland’daki askeri varlığını artırma yoluna gitme ihtimali de bulunuyor.
Thomas Fazi’ye göre de Trump’ın Grönland’a yönelik ilgisi, yalnızca ekonomik ve stratejik fırsatlarla sınırlı değil; aynı zamanda ABD’nin yeni bir Monroe Doktrini’ne dönüş sinyali veriyor. Avrupa, bu gelişmeler karşısında zayıf bir jeopolitik pozisyona düşme riski taşırken, transatlantik ilişkilerin kırılganlığı daha belirgin hale geliyor ve Trump’ın Grönland hamlesi, ABD’nin geleneksel ittifaklarını sorguladığı ve yeni bir küresel düzen arayışında olduğu bir dönemin işaretlerini taşıyor.
Trump’ın Monroe Doktrini’ne dönüşü
Kılıç şakırtıları yeni bir dış stratejiyi ele veriyor
Donald Trump, göreve başlamasına bir haftadan az bir süre kala şimdiden kılıçlarını çekmiş görünüyor. Amerika’nın Grönland’ı ilhak etmesinin “mutlak bir gereklilik” olduğunu iddia ediyor. “İnsanlar Danimarka’nın orada yasal bir hakkı olup olmadığını bile bilmiyor. Ama varsa bile, bunu bırakmalılar çünkü ulusal güvenliğimiz için buna ihtiyacımız var,” diyor. Henüz Beyaz Saray’a bile taşınmamış olan başkan seçilmiş, Danimarka’nın özerk bölgesi üzerinde kontrol sağlama arzusunu iktisadi veya askeri zorlamayı devre dışı bırakmadan dile getirerek Avrupa’yı şimdiden telaşa düşürdü.
Donald Trump Jr. da bu eyleme dahil oldu. Bu hafta Grönland’a gösterişli bir ziyaret gerçekleştirdi ve turist olduğunu iddia etti. Fakat yanında Beyaz Saray’ın güçlü isimlerinden, gelecekteki Başkanlık Personel Ofisi Direktörü Sergio Gor da vardı. Trump Jr., “Yeniden Büyük Grönland” şapkaları dağıttığı görüntülerle dikkat çekti. Trump, sosyal medyada “Don Jr. ve temsilcilerim Grönland’a indi. Karşılama harikaydı. Onlar ve Hür Dünya, güvenlik, güç ve BARIŞ’a ihtiyaç duyuyor! Bu gerçekleşmesi gereken bir anlaşma. MAGA. YENİDEN BÜYÜK GRÖNLAND!” diye paylaştı.
Elon Musk da geri kalmak istemedi ve X üzerinden, “Eğer Grönland halkı Amerika’nın bir parçası olmak isterse, ki umarım öyle olur, onları en içten şekilde karşılarız!” diye yazdı.
Tahmin edilebileceği üzere, Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen, Trump’ın önerisini kısa ve net bir şekilde reddetti: “Grönland, Grönlandlılar’a aittir.” Ancak tüm bu sevgi gösterisi, 1979’da özerk hale gelen eski Danimarka kolonisinde yükselen bir bağımsızlık hareketinin tam ortasında geliyor. Grönland Başbakanı Múte Egede, “Artık ülkemiz için bir sonraki adımı atma zamanı geldi. Dünyadaki diğer ülkeler gibi, iş birliğinin önündeki engelleri —ki bunları sömürge döneminin prangaları olarak tanımlayabiliriz— kaldırmak ve ilerlemek için çalışmalıyız,” dedi. Ayrıca olası bir referandum fikrini gündeme getirdi; bu gelişme, Trump’ın yayılmacı hedeflerine hizmet edebilir.
Trump’ın ilhak iddialarını, MAGA tabanını coşturmaya ve Ukrayna ile Orta Doğu’daki çatışmaları yönetmek için net bir strateji eksikliği gibi daha acil konulardan dikkati uzaklaştırmaya yönelik siyasi bir trolleme olarak görüp geçmek kolay olurdu. Fakat bu hikayede Trump’ın sadece ağzına geleni söylemesinden daha fazlası var. Esasında Grönland, eski ve gelecekteki başkan için uzun zamandır ciddi bir takıntı haline gelmiş durumda; Trump, 2019’da adayı satın alma girişiminde bulunmuştu.
Peki Trump, yaşam koşullarının oldukça zorlu olduğu, çoğunlukla yerli topluluklardan oluşan küçük bir nüfusa (60 bin) ev sahipliği yapan ve geçimini balıkçılık ve avcılıkla sağlayan bu devasa buzul kütlesine neden bu kadar hevesli? Cevap aslında oldukça basit. Öncelikle, Grönland, Amerika’nın yüksek teknoloji endüstrileri ve yeşil teknolojileri için kritik öneme sahip nadir toprak mineralleri de dahil olmak üzere zengin doğal kaynaklara sahip.
Daha da önemlisi, jeopolitik açıdan paha biçilmez bir konumda bulunan Arktik Okyanusu’nun eşiğinde yer alıyor. Bölge sadece büyük ölçüde keşfedilmemiş petrol ve doğalgaz rezervlerine ev sahipliği yapmakla kalmıyor, aynı zamanda buzullar eridikçe, daha önce ulaşılamaz olan deniz yolları açılıyor ve bu durum küresel ticaret dinamiklerini kayda değer ölçüde değiştirebilir. Bunların başında, Rusya’nın kıyısı boyunca ve Bering Boğazı’ndan geçen Kuzey Deniz Rotası geliyor; bu rota, Asya ile Avrupa arasındaki transit süresini Panama ve Süveyş Kanalı gibi geleneksel rotalara kıyasla yüzde 40’a kadar kısaltabilir.
Trump, elbette, geniş Arktik kıyı şeridiyle Rusya’nın bölgenin potansiyelinden yararlanmak için eşsiz bir konumda olduğunun farkında. Nitekim Kuzey Deniz Rotası, Moskova’nın yeni enerji stratejisinin temel taşı; Arktik bölgelerden petrol, LNG ve diğer kaynakları küresel pazarlara, özellikle Asya’ya ihraç etmek için yeni nakliye rotalarını kullanmak amacıyla limanlar, terminaller ve buzkıran filoları inşa etti. Ayrıca askeri varlığını da genişletti. Çin ise, 2018’de kendisini “yakın-Arktik devlet” olarak tanımladığından beri, Kutup İpek Yolu girişimi aracılığıyla bölgeye yoğun bir şekilde yatırım yapıyor ve Arktik denizciliğini daha geniş Kuşak ve Yol projesine entegre etmeyi hedefliyor.
Bu bağlamda, Trump’ın açıklamaları daha ciddi bir ton kazanıyor. Bu söylemler, Grönland’ın, ABD’nin uzun süredir devam eden Arktik’teki varlığını güçlendirme ve böylece Rusya ile Çin’in artan etkisini dengeleme hedefinin hayati bir parçası olduğu fikrini vurguluyor. Bu anlamda, Trump’ın ilhak ve hatta askeri müdahale söylemleri —ki bunların gerçekleşmesi pek muhtemel değil— daha geniş jeopolitik dinamiklerden dikkati dağıtma riski taşıyor: 21. yüzyılın yeni “Büyük Oyunları”ndan biri olan ve şimdiden kendini gösteren Arktik mücadelesi.
Ancak bu oyunu oynamak için ABD’nin Grönland’ın fiziksel kontrolünü ele geçirmesine gerek yok. Zaten Danimarka ile 1951’de imzalanan bir anlaşma kapsamında orada önemli bir etkiye sahip: Grönland’ın savunmasından büyük ölçüde sorumlu ve adada, füze savunma sisteminin kritik bir bileşeni olan büyük bir üs —Pituffik Uzay Üssü (eski adıyla Thule Hava Üssü) — işletiyor. Askeri varlığını genişletme çabaları, Danimarka’nın Atlantikçi hizalanması ve Rusya’ya karşı temkinli tutumu göz önüne alındığında, çok az direnişle karşılaşır. Bağımsız bir Grönland ise, başbakanının “Grönland asla satılık değil,” iddiasına rağmen, ABD’nin taleplerine karşı daha da zayıf kalacaktır.
Kısacası, Trump’ın askeri müdahale konusundaki boş lafları, Arktik’in Amerika ile Çin-Rusya ekseni arasındaki rekabette bir kıvılcım noktası haline gelmek üzere olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıza neden olmamalı. Fakat bu retorik, yönetiminin olası dış politika yönelimine işaret etmesi açısından faydalı. Son zamanlarda Panama Kanalı ve hatta Kanada’yı da içeren diğer yayılmacı iddialarıyla birlikte ele alındığında, Grönland mesajı, Amerika’nın küresel statüsündeki düşüş ve sürdürülemez emperyal aşırılıklarla başa çıkma girişimini gösteriyor. Tüm bunlar, ABD’nin önceliklerini, doğal etki alanı olarak gördüğü Amerika kıtası ve Kuzey Atlantik üzerinde tam hegemonyasını yeniden tesis etmeyi hedefleyen daha yönetilebilir bir “kıtasal” stratejiye —yeni bir Monroe Doktrini’ne— doğru yeniden ayarladığını gösteriyor.
Bu yaklaşım, ABD kuruluşunda (ve Trump’ın kendisinde) hala çok güçlü olan emperyalist eğilimleri, dünyanın çok kutuplu dinamiklerine dair daha “gerçekçi” bir anlayışla dengelemeye çalışacak. Bu, aynı zamanda Trump’ın Grönland heveslerinin neden bazı Rus yorumcularla rezonansa girdiğini de açıklayabilir. Örneğin, televizyon yorumcusu Sergey Miheyev, Trump’ın önerisinin, seleflerinin “gizlemeye ve saklamaya çalıştığı” “Amerikan zihniyeti” ile uyumlu olduğunu söyledi. Miheyev, “Trump bunu doğrudan söylüyor; biz her şeyiz, siz hiçbir şeysiniz,” dedi ve ekledi: “Bu özellikle ilginç, zira onu Avrupa’dan uzaklaştırıyor, dünya mimarisini zayıflatıyor ve dış politikamız için belirli fırsatlar açıyor. Eğer Trump gerçekten üçüncü dünya savaşını durdurmak istiyorsa, çözüm basit: Dünyayı etki alanlarına bölmek.”
St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nden etkili bir akademisyen olan Stanislav Tkaçenko da desteğini dile getirdi ve Rusya’nın onlara “yeni bir diplomatik dil öğreten Donald Trump’a teşekkür etmesi gerektiğini” söyledi. “Yani, kıvırmamak. Belki dünyayı bir elma gibi bölmeyiz ama çıkarlarımızın sorgulanamayacağı dünyanın bölümlerini kesinlikle belirleyebiliriz.”
Bu açıklamalar, etki alanlarının çarpıştığı yerlerde —Arktik’te olduğu gibi— askeri gerilim riskinin artmasını göz ardı etmeleri nedeniyle boş hayal olarak görülebilir. Ayrıca, ABD-Rusya ilişkileri, Ukrayna’daki savaşın seyrine bağlı ve kalıcı barış yolunda önemli engeller var. Yine de, Trump’ın açıklamaları, ABD ile Rusya (ve Çin) arasındaki gerilimlerin nasıl evrilebileceğine dair bir fikir veriyor, hatta bu gerilimler azalmasa bile. Elbette, daha zayıf ulusların emperyal güçler arasında “barışçıl” bir şekilde bölünecek piyonlar olarak görüldüğü bir dünya —eğer bu yöne gidiyorsak— çoğu insanın hayal ettiği çok kutuplu düzen değil. Rusya ve Çin’in açıkça savunduğu düzen de değil; bu da Trump’ın yaklaşımlarına nasıl yanıt verebilecekleri sorusunu açık bırakıyor.
Ancak bu sorunlu suları geçmek için siyasi, entelektüel ve psikolojik olarak hazırlıksız bir yer var: Avrupa. Dünya, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Çin’in hakim olduğu etki alanlarına bölünmeye hazırlanırken, Eski Kıta, şu an olduğundan daha da jeopolitik olarak zayıflama ve savunmasız hale gelme riskiyle karşı karşıya. Yine de, en son Trump’ın Grönland hevesleriyle örneklendirildiği gibi, Amerika’nın egemenliğine ve refahına karşı giderek daha belirgin hale gelen kayıtsızlığına rağmen, transatlantik ilişki mitine umutsuzca sarılmaya devam ediyor. Esasında, büyük ölçüde hayali Rus tehdidini dengelemek için kendini Amerika’ya tabi kılan Avrupa’nın, şimdi topraklarından birinin Rusya tarafından değil, bizzat ABD tarafından tehdit edildiğini görmesi acı bir ironi.