İşbirlikçiliğin utancı
"Pétain, Fransız halkı ile Nazi işgalcileri arasında kalmadı. Onların son derece istekli bir hizmetkârı oldu."
Çevirmenin notu: Geçen haftalarda Kanada parlamentosunda Nazi işbirlikçisi SS Galiçya Tümeni gazisi Yaroslav Hunka’nın alkışlara boğulmasının ardından Batı’da üzeri tozlanmış Nazi işbirlikçiliği dosyası tekrar açıldı.
Bu hadiseden Nazizmin Batı’da makbul kabul edildiğini bir kez daha teyit etmek mümkün. Öncelikle, istifa eden Parlamento Başkanı Anthony Rota ve Başbakan Justin Trudeau’ye kadar Kanada'dan gelen ve kimi davet ettiklerini bilmedikleri yönündeki tüm açıklama girişimlerinin yalanlarla bezeli olduğu kolayca anlaşılabilir. İkinci Dünya Savaşı’nda Ukraynalı olarak “Ruslara” karşı savaşan herkesin Hitler Almanya’sıyla ilişkileri olduğu aşikâr. Tarih derslerinin çoğunu uyuyarak geçiren insanlar bile bunu bilir.
Batı’daki tepkiler de Nazizmin yeniden “umut” haline geldiğini doğruluyor, zira herhangi bir öfke biçimi gözlemlenmedi. Nazi döneminde sekreter olarak çalıştığı ve toplama kamplarında öldürülen insanların isimlerinin yer aldığı listelerin masasından geçtiği iddia edildiği ya da gerçekten geçtiği için bugün 90 yaşın üzerinde bir kadın cinayete iştirakle suçlandığında bunu kutlayan Alman basını bile, Kanada’da milyonlarca insanın öldürülmesine karıştığı kanıtlanmış bir askeri birlikte görev yapan bir SS gönüllüsünün onurlandırılmasını kısaca haberleştirmekle kaldı. Alman basınında, bir savaş suçlusunun onurlandırılması karşısında öfkeden eser yoktu.
Kanada, SS Galiçya Tümeni'ni nasıl akladı?
"Tümen 1944 yılında SS lideri Heinrich Himmler tarafından bizzat ziyaret edilmişti."
Şu anda insanlar Batı’da neler olup bittiğinin giderek daha fazla farkına varıyor. “Rus propagandasına” gerek bile yok, Batı basını bu tür hadiseleri ne kadar az önemsediklerini göstererek bunu bizzat ve oldukça zekice yapıyor.
Pratikte, o dönemin Nazileri bir Batı parlamentosunda bile kutlanıyor ve parlamento başkanının istifası dışında hiçbir şey olmuyor. Eğer bir çifte standart örneği aranıyorsa, muhtemelen bundan daha uygun bir örnek yoktur.
Aşağıda tercümesi verilen makalede Mail on Sunday yazarı Peter Hitchens, Nazi işbirlikçisi Mareşal Philippe Pétain’in yargılanması ve etrafında dönen tartışmaları ele almış.
İşbirlikçiliğin utancı
Peter Hitchens
29 Eylül 2023
Herhangi birimiz kötü bir eylemde bulunarak ya da daha büyük olasılıkla buna göz yumarak hemcinslerimize iyilik yapabileceğimizi düşünseydik, bunu yapar mıydık? Hatta bunun gerçekleştiği anı fark eder miydik ya da bunun kötülük olduğunu kabul eder miydik? Çoğumuz eylemlerimizin saf olduğuna kendimizi ikna etme konusunda fevkalade iyiyizdir. İhanet sahiden var mıdır yoksa Talleyrand’ın dediği gibi sadece bir tarih meselesi midir? Daha da kötüsü, kanundan kaçan binlerce insanın günahlarının bedelini ödemesi için meydana çıkarılan insanların seçildiği bir kurban etme süreci midir? Doğru zamanda bağlılığınızı değiştirir ya da uygun bir zamanda ölürseniz yüzyıllar sürecek utançtan kurtulabilirsiniz. Çok uzun yaşarsanız ya da yanlış sala tutunursanız adınız kötü bir söze ve tıslamaya dönüşür. Daha esprili ve daha az dogmatik bir çağda yaşayan Talleyrand’ın, Mareşal Philippe Pétain’in yalnızca zamanlama konusunda talihsiz olduğunu düşünmüş olabileceğinden şüpheleniyorum.
Bu açıdan bakıldığında Pétain’in kusru, Vichy devletinin çöküşünden sonra, Üçüncü Reich’ın son korkunç aylarında yaşamaya devam etmesiydi. Eğer ölmeyi başarabilseydi (nihayetinde 88 yaşındaydı) büyük bir aşağılanmadan kurtulmuş olacaktı. Fransız direnişçiler tarafından kurşuna dizilseydi, pek çok hesap düzgün bir şekilde kapanmış olacaktı (Winston Churchill bunun, gerçek Nazi liderliğiyle başa çıkmanın, Sovyet savcının olduğu şaibeli Nürnberg duruşmalarından çok daha iyi bir yolu olacağını düşünüyordu). Fakat Julian Jackson’ın Pétain’in teslim olması, yargılanması, mahkûm edilmesi ve müebbet hapis cezasına çarptırılmasıyla ilgili kitabında anlattığı gibi, ihtiyar asker kaderini az çok kendi çizmişti. Almanlar onu Reich’a götürmüştü. Fakat Pétain, Fransa’ya geri dönmenin yolunu bulmuş, bu da De Gaulle ve geçici hükümetini onu vatana ihanetten yargılamaya zorlamıştı. Bunu yapmak için Pétain dışında pek çok şahsiyetin zayıf, onursuz ya da sadece hatalı davrandığı tüm o acı dönemi yeniden açmak zorunda kaldı. Bu kitabın başlığının da bize hatırlattığı üzere Pétain’le birlikte Fransa yargılanıyordu.
Pek çok muhafazakâr, en parlak döneminde insancıl ve kararlı bir general, yaşlılığında ise geleneksel erdemlerin görünürdeki bir dostu olan bu eski asker için hâlâ mazeret üretme eğiliminde. 1939’da dünyanın en büyük askeri güçlerinden biri gibi görünen Fransa’nın birkaç hafta içinde Almanya tarafından savaşta ezilmesi onun suçu değildi. Verdun’da aynı düşmana karşı cepheyi korumuştu ve şimdi 84 yaşında, kararlılığın ve yurtseverliğin mükemmel bir resmi, bir tür yaşayan heykeliydi. Fransa’nın büyük orduları yenilmişti. Hükümeti Kuzey Afrika’ya ya da başka bir sömürgeye nakletmek pratik olabilirdi ama savaş ve diplomasinin normal kuralları gereği birilerinin ateşkes imzalaması ve fatihle anlaşması gerekiyordu. Fransız seçkinlerinin çoğu, Fransa’nın müttefiki Britanya’nın kısa süre içinde teslim olacağını ve genel bir barış olacağını varsayıyordu (ve bazıları da bunu umuyordu). Neredeyse hiç kimse 1940 Mütarekesinin, ülkenin büyük bir kısmının son derece maliyetli Alman işgaliyle birlikte, dört uzun yıl boyunca devam edeceğini hayal etmemişti. Hitler’in nasıl muzaffer olabileceğini o zamanlar çok az insan kavrayabilmişti.
İddiaya göre, çobanın tehlike en kötü durumdayken kalıp koyunlarına bakması gerekir, yurt dışına kaçması değil; sonunda zaferle dönse bile. Pétain, Fransız halkı ile fatihlerinin tüm gazabı arasında kalmış olabilir mi? En azından başta öyle düşünmüş olabilir. Hitler’le “işbirliğinden” söz ettiğinde, bu söz o sırada daha sonra ifade ettiği anlama gelmiyordu.
Ancak Pétain, Fransız halkı ile Nazi işgalcileri arasında kalmadı. Onların son derece istekli bir hizmetkârı oldu. Artık Mareşal Pétain’in Vichy devletinin Nazilere hevesle işbirliği teklif ettiğini, öyle ki Almanların bunu reddettiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde biliyoruz. Hatta Alman baskısına gönülsüzce boyun eğmek yerine, Yahudilere karşı kendi zulmünü önermişti. Amerikalı tarihçi Robert Paxton, 1972’de işgalle ilgili Alman belgelerini ele geçirdiğinde bu konuda hiçbir şüphe kalmamıştı. Pétain’in sözüm ona “Ulusal Devrimi”, Üçüncü Reich’ın şeytanları ve iblisleriyle yakın işbirliği yapmış ve onun en çirkin politikalarından birini şiddetle desteklemişti. Pétain’e ciddi bir ilgi duyan herkes artık tüm bunları biliyor.
Fakat en önemli zamanda, Pétain ve Fransa 1945’te yargılanırken ya da sonrasında bir süre bunu bilmediler. Esasında Pétain, hakikatler tam olarak öğrenilemeden 1951 yılında gözaltında öldü. Jackson’ın Fransız devletinin 1945’te Pétain’i yargılamasına ilişkin kitabı, Paxton’ın keşifleri hakkında uzun bir bölüm içeriyor. Ancak bunları haklı olarak bu olağanüstü süreç sona erdikten ve Mareşal babalarıyla birlikte uyuduktan çok sonraya bırakıyor. Böylece Jackson, pek çok Fransız vatandaşını, jüri üyelerini, gazetecileri, politikacıları ve Pétain’in parlak, tehlikeli ve sakıncalı avukatı Jacques Isorni’yi ciddi bir şekilde ele alabiliyor. Tüm bunlar, şiddetli histerinin oldukça mümkün olduğu bir zamanda, ihtiyara biraz olsun haklı bir görünüm vermeye kararlıydı. Hatırlayın, Almanların yenilgisinden sonra gerçek ve sözde işbirlikçilere yönelik itici ve kaotik epurasyonun (tasfiye) üzerinden çok zaman geçmemişti ki, işgalci güce fazla yardımcı ya da dost olduğuna inanılan bazı şahıslara vahşi, şiddetli sokak “adaleti” uygulandı, özellikle de kadınların başlarının alenen tıraş edilmesi, her ne olursa olsun cesur bir eylem değildi. Özellikle Fransız Komünistleri, muhafazakâr Katolik Pétain’i, Fransa-Prusya savaşının nefret edilen Mareşal Bazaine’i ile kıyaslanabilecek bir ulusal hain olarak mahkûm etmeye hevesliydi. Onu bir celladın ipinin ucunda sallanırken gösteren propagandalar yayınladılar ve idam cezasının uygulanmasını desteklediler.
1990’ların başında eski SSCB’nin Baltık cumhuriyetlerini, özellikle de Litvanya’yı ziyaret ettiğimde, yerel komünist yönetimdeki bazı şahsiyetleri savunan oldukça tutkulu milliyetçileri sık sık duyardım. Bu şahısların Sovyet yönetimini yumuşatmak için ellerinden geleni yaptıkları, açık bir samimiyetle söylenirdi. Oysa onlar, terimin en açık anlamıyla işbirlikçiydiler. İşbirliklerinden en çok kim istifade etti, işgal edilen mi yoksa işgalci mi? İşgalci bir gücün fethettiği bir bölgeyi yönetmesi, eğer yerel yönetimi detaylarla ilgilenmesi için görevlendirebilirse çok daha kolay olur. Almanya’nın Danimarka’yı işgalinin ilk aylarında, ülkenin Almanya’da yasa dışı olacak bir Sosyal Demokrat hükümeti fiilen elinde tutması, çok az bilinen bu endişe verici ilkenin iş başında olduğuna dair şaşırtıcı bir örnek teşkil ediyor.
Bu tür hadiselerin yaşandığı yer sadece Danimarka değildi. Kıtalıların zayıflığını ve korkaklığını küçümseyen İngilizler, 1940’ta Britanya’ya bağlı Manş Adaları’nın ilginç, utanç verici ve büyük ölçüde unutulmuş Alman işgaliyle de kötü bir şekilde belirtdi. Adalılar, anakaradaki eleştirmenlerine bugün bile “Peki siz olsaydınız ne yapardınız?” diye soruyorlar. Churchill’in Dunkirk’ten sonra adaları savunulamaz olarak niteleyip acımasızca terk etmesiyle adaların yerel yönetimlerinin İngiliz anayasası ve hükümetiyle alakası kesildi. Birdenbire, bazıları neredeyse Pétain kadar yaşlı olan bu muhafazakâr beyler, kendilerini Majesteleri Kral’ın değil, Üçüncü Reich’ın kararlarını uygularken buldular. Alman işgalcilerle birlikte çalışmaktan başka alternatifleri olmadığını düşündüler. Küçük bir adada bir direniş hareketi nerede saklanabilir?
Fakat taviz tavize ve daha kötü tavizlere yol açar. Önde gelen yetkililerinden bazıları, yeli Yahudilerin Auschwitz’e sürülmesi gibi korkunç eylemlerde işbirlikçi oldu. Bu sıkıntılı dönemden sağ kurtulanlar, sokaklarında hiç Alman askeri görmemiş olan güvenli anakaralıların eleştirilerine anlaşılır bir şekilde kızıyorlar. Yazar Madeleine Bunting, The Model Occupation (Örnek İşgal) adlı kitabında adaların boyunduruk altına alınışını sert bir dille anlattıktan sonra bu dönemi yaşayanların büyük tepkisiyle karşılaşmıştı. Ancak keşke bu hikâye daha iyi bilinse de, kendini beğenmiş ve cahil İngilizler, Vichy dönemindeki işbirlikleri nedeniyle sözüm ona korkak Fransızlarla alay etmeyi bıraksalardı. Ada sakinlerinin kaderi, Hitler karaya çıksaydı İngilizler için de aynı şeyin olacağını gösteriyor.
Üst düzey bir isim olan Guernsey Bailiff’i Victor Carey, İngiliz askerlerinden “düşman kuvvetleri” olarak bahsetmeyi ve duvarlara Hitler aleyhtarı “V” (zafer için) sembolleri çizdikleri için ada halkını bilgilendirenlere büyük bir ödül vermeyi başardı. Yine de Carey, savaştan sonra şövalyelik veya diğer nişanlarla onurlandırılan pek çok isim arasında yer aldı. İngiliz hükümetinin görüşü, olaya karışan bazı şahıslar hakkındaki özel şüphelere rağmen, bu olayı sona erdirmenin en iyi yolunun bu olduğu yönündeydi. Ve Carey hayatının geri kalanında pek çok yurttaşı nezdinde saygın bir figür olarak kaldı. O dönemde çok fazla kararsızlık hakimdi ama Britanya’nın hiçbir zaman işgal edilmemiş olması bunu kolaylaştırdı. Bir başka yetkili, Ambrose Sherwill, Alman radyosundan Alman işgal birliklerinin davranışlarını öven son derece hatalı bir yayın yaptı. Fakat daha sonra cesur direniş eylemlerinden sonra hapsedildi.
Fransız Komünistlerinin Pétain’e duydukları haklı öfkeye rağmen, o döneme ait utanç verici sırları da vardı. Bu, Pétain rejiminin Fransız muhafazakârları ve Katolikleri için şüphesiz (ve ciddi şekilde yanlış) cazibesi nedeniyle son derece önemli. Cumhuriyetçi Liberte, Egalite, Fraternite’nin yerini alan Travail, Famille, Patrie ulusal sloganı, bunun sadece yeni bir efendiyle gerekli bir işbirliği değil, Fransız Devrimi’nin pek çok ilkesini tersine çevirme teşebbüsü olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Bugün Fransa’da siyasi sağın bazı figürleri Pétain’i savunmaya çalışıyor; en son başarısız cumhurbaşkanı adayı Eric Zemmour, yeni gelen Yahudi mültecileri Nazilere kurban ederek sözde Fransız Yahudilerini kurtardığı için Vichy’nin politikasını akılsızca ve yanlış bir şekilde savunmaya çalışmıştı. Neden birisi bunu yapmaya zahmet etsin ki? Bunun nedeni Pétain’in sosyal politikalarına karşı süregelen gerçek bir sempati olabilir mi?
Komünistlerin Almanlarla işbirliği teşebbüsleri (Vichy’nin aktif Yahudi aleyhtarı tutumu gibi) Pétain’in yargılandığı dönemde yaygın olarak bilinmiyordu. Julian Jackson, komünistlerin Alman işgal yetkililerine yaklaşımını işgal dönemi Fransa’sı üzerine bir başka çalışması olan France: The Dark Years 1940-44 (Karanlık Yıllar 1940-44) ele aldı. Savaştan sonra uzun yıllar boyunca bu olay, acı bir Troçkist söylentiden biraz daha fazlasıydı ama şu an ciddi araştırmalarda sağlam bir biçim aldı. Bunu anlamaya başlamak için, Mayıs 1940’ta Fransa’nın demokratik hükümeti çöküp Nazi iktidarı Paris’e girerken, Naziler ve komünistlerin, Haziran 1941’e kadar sürecek ve kısa bir flörtten çok daha fazlası olan Ağustos 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop Paktı sayesinde demokrasilere karşı müttefik olduklarını hatırlamak gerekir. Bir önceki eylül ayında, Brest-Litovsk kentinde Polonya’ya karşı Wehrmacht ve Kızıl Ordu’nun ortak bir zafer geçit töreni vardı (Alman ve Sovyet subaylarının selam verirken mutlu bir şekilde bir araya geldiklerini gösteren resimler hala mevcuttur). Kısa bir süre sonra dünyanın en kötü iki gizli polis gücü, Hitler’in Gestapo’su ve Stalin’in NKVD’si, her biri diğerinin tutukladığı kişileri ele geçirmek istediği için mahkûm takası yaptı. Almanya’nın Mayıs 1940’ta Avrupa demokrasilerine karşı başlattığı saldırıda kullanılan yakıt ve malzemenin büyük bir kısmı SSCB’den ya da SSCB üzerinden gelmişti.
Bu nedenle Fransız Komünist Partisi, Fransız devleti tarafından düşman yanlısı bir yapı olarak görülüyordu. Parti yasaklandı ve günlük gazetesi L’Humanite kapatıldı. Fransız komünistleri, savaştan sonra uzun süre tavırlarıyla ilgili söylentileri bir kenara ittiler ve Gaulle Fransa’sındaki hatırı sayılır güçleri ve popülerlikleri bunu yapmalarına imkân sağladı. Ancak şimdi bilim onları yakaladı. Fransız komünistlerinin Nazilere gönüllü olarak gittikleri ve gazetelerinin yeniden basılması için izin istedikleri şüphe götürmez. Görünüşe göre, o zamanlar tüm komünist partilerin merkez karargâhı olan Komintern, 1940’taki Fransız yenilgisi karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Nasıl tepki vereceklerini bilemediler. Fransız komünizminin liderleri partilerinin yasaklanmasıyla dağılmışlardı ve saklanıyorlardı ya da yurt dışındaydılar. Fakat Jacques Duclos, Jean Catelas ve Maurice Treand gibi bazı ağır top komiserler, Fransız devletinin çöküşünün örgütlerinin kaybolan etkisini geri kazanmak açısından bir şans olup olamayacağı konusunda merak içindeydiler. Bu, Leninist acımasızlık, yurtseverlik ve benzeri burjuva kavramlarını küçümseme geleneğine uygundu.
Görüşmelerde, Almanya’nın gelecekteki Vichy Fransa’sı büyükelçisi, Fransızca konuşan Otto Abetz de yer aldı. Jackson’ın yazdığına göre Treand ve Catelas, yeniden basılmasına izin verilmesi halinde komünist gazetenin “Avrupa’yı pasifleştirme politikası izleyeceğine” ve “İngiliz emperyalizminin casuslarının faaliyetlerini kınayacağına” söz verdi. Gazetenin yeraltı baskıları (Eylül 1939’dan beri gizlice basılıyordu) 1940 yazında Fransız işçilerle Almanlar arasındaki kardeşliği öven üç makale yayımladı. Belki de bunlar Almanları açık yayına izin vermeye ikna etmeyi amaçlıyordu. Şimdi bunu kim söyleyebilir?
Tarihte neredeyse gerçekleşecek olan şeylerde sık sık olduğu gibi, bu da bir hayaletin görünmeye başlamasını ve sonra tekrar kaybolmasını izlemek gibi. Fransa’da her iki tarafta da işbirliğine karşı şaşırtıcı bir sempati vardı. Bazı muhafazakârlar Britanya’dan nefret ediyor, İngilizlerin teslim olmasını umuyor ve Hitler’in sosyalizmden daha iyi olduğunu düşünüyordu. Bazı komünistler ise Hitler’in kendilerine karşı demokrasiden daha nazik olabileceğini umuyordu. Fakat işgal sertleştikçe ve sürgündeki Fransız komünist lider Maurice Thorez kontrolü yeniden ele geçirdikçe komünistler görüşmelere son verdi. Bunu Almanlar da bu fikirden vazgeçmeden çok kısa bir süre önce yaptılar ama bu kıl payı oldu. Komünistlerden biri, Robert Foissin, görüşmelerin bir gün ne kadar utanç verici bir hal alacağını geç de olsa fark eden parti tarafından günah keçisi ilan edildi. Ancak Duclos böyle bir muamele için fazla önemliydi. Yaşasaydı 1969’da Fransa cumhurbaşkanlığının komünist adayı olacaktı. 1945’te komünistlerin —1941 sonrası direnişteki rolleri nedeniyle artık şanla şerefle donanmışlardı— gözleri 1940’taki kendi davranışlarından uzaklaştırmak ve bunun yerine Katolik muhafazakâr Pétain’in kötülüklerine odaklanmak istemelerine şaşmamak gerekir.
Jackson, geriye dönüp bakıldığında şaşırtıcı olan ama o zaman öyle olmayan bir başka faktörle daha ilgileniyor: Daha sonra Fransız utancının baskın unsuru olacak olan, Vichy döneminde Yahudilere yapılan utanç verici muamele, 1945 yargılamalarında neredeyse hiç olmadı. Hiçbir Yahudi tanıktan Pétain aleyhinde ifade vermesi istenmedi. Pétain’e ayrıcalıklı muamele yapıldı, normalde sanık sandalyesine oturtulmak yerine mahkeme salonundaki rahat bir koltuktan duruşmayı izlemesine izin verildi. Ve yargılama boyunca neredeyse tamamen sessiz kalmasına izin verildi. Pek çokları için o hala inanmak istedikleri büyük bir adamdı. Direnişe katılmadan önce kısa bir süre Pétain’i desteklemiş olan zeki ve cömert yazar Francois Mauriac, duruşmayla ilgili en rahatsız edici yorumu yaptı. Mauriac’a göre işbirliği, 1940 yılında Almanya ile imzalanan ateşkesin mantıksal bir sonucu olabilirdi. Fakat mütarekenin kendisi de Fransa’nın 1938’de Münih’te Almanya’ya karşı savaşmama kararının mantıksal sonucuydu. Mauriac şöyle diyordu: “[Pétain'i] suçlayanların ses korosuna katılmadan önce her birimiz şunu sormazsak ikiyüzlü davranmış oluruz: Münih’te ne düşündüm? Ateşkesi duyduğumda gerçek duygularım neydi? […] her birimizin belki de bazı anlarda, şimdi yere serilmiş olan bu ihtiyarla suç ortaklığı yaptığı düşüncesini kendimizden saklamayalım.”
Bu nedenle Julian Jackson’ın, bazı meslekten olmayan jüri üyelerinin ve diğerlerinin Pétain’e adil davranmaya kararlı olduğu davanın açılışına ilişkin anlattıkları, aklı başında her insan için anlamlı. (Auschwitz’de ölen kardeşinin yasını tutan) yalnız Leon Blum dışında ilk tanıklardan pek azı Pétain’in bir hain olduğunu ya da mütarekenin ihanet olduğunu söylemeye hazırdı. Charles De Gaulle yenilgiye meydan okuyup Londra’ya gitmişti ama neredeyse diğer herkes bir şekilde ulusal çöküşün suç ortağıydı. Ve bu suç ortaklığı sadece Fransızlar arasında bulunmuyordu. Vichy, bazı şaşırtıcı yerlerde hala Fransa’nın meşru hükümeti olarak tanınıyordu. Franklin Roosevelt de Pétain’in görünüşteki dik askeri duruşuna aldananlar arasındaydı. Kasım 1940’ta Vichy’ye yeni atadığı büyükelçisi Amiral William Leahy’ye verdiği talimatta, Mareşal’in “şu anda Fransız hükümeti içinde Almanya’ya satılmaya karşı duran tek güçlü unsur olduğunu” yazmıştı. Bu yargısında daha fazla yanılmış olamazdı ama çok iyi bir adam olan zavallı Leahy, Mayıs 1942’ye kadar Vichy’nin Mihver ile ilişkilerini yumuşatmaya çalışmak zorunda kaldı. Bu tarihten sonra bile, müttefiklerin Kuzey Afrika’yı işgal ettiği ve Hitler’in Fransa’nın tamamını ele geçirdiği Kasım 1942’ye kadar Vichy’de iskelet bir ABD misyonu faaliyet göstermeye devam etti. FDR, De Gaulle ile anlaşmak ya da onu tanımak konusunda isteksiz davranmaya devam etti ve Özgür Fransa adına konuştuğu belli olduktan çok sonra onu “bir komite başı” olarak küçümsedi.
Esasında Fransa, 1945’te Pétain’den daha fazla yargılanıyordu. Ve Fransa bu duruşmadan belki de bizim ona verdiğimizden biraz daha fazla itibarla çıktı. Bu en azından komünistlerin arzu edebileceği gibi öfkeden kudurmuş bir mahkeme değil, yasal süreci uygulama ve böylece bir tür meşru istikrarı yeniden tesis etmeye dönük gerçek bir teşebbüstü. De Gaulle’ün ihtiyar hakkındaki görüşü, onun 1924’te tüm niyet ve amaçlarıyla ölmüş olan yaşayan bir ceset olduğuydu. Muhtemelen Fransız siyasetinde Almanya ile barış yapma sorumluluğunu (belki de fazla isteyerek) ona bırakanlar da benzer bir görüşe sahipti. O bir şifreydi, bir birey değil. Onun muhafazakâr bir ulusal devrimin başı olduğunu ciddi ciddi düşünenler o zamanlar aldanmışlardı ve modern Fransız siyasetinde aynı şeyi öne sürenler de aynı şekilde aldanıyorlar, fakat şimdi Mareşal’in çoğu zaman etrafında olup bitenlerin ve onun adına yapılanların farkında olduğu oldukça kesin görünüyor. İdamının ertelenmesi sadece idam mangasıyla yüzleşmek için çok yaşlı olduğunun kabul edilmesi değildi. Bu, De Gaulle ve Pétain taraftarları arasında, Fransız kamusal hayatına hala şaşırtıcı şekillerde musallat olan insancıl bir uzlaşmaydı. Ne de olsa Sosyalist Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand, Vichy rejimine hizmet etmiş ve bu rejim tarafından onurlandırılmış ama refah içinde yaşamıştı. Pétain’in meslektaşı Pierre Laval’ın kısa ve haysiyetsiz bir duruşmanın ardından vurulması ve beceriksizce intihar etmesi, muhtemelen Mauriac’ın tespit ettiği işbirliği yıllarının utanç ve rahatsızlığını silme arzusunu tatmin etmişti. Bu kitabı okuyan herhangi biri, kendisinin ve ülkesinin böyle bir acıya maruz kalmamış olmasından ne kadar memnun olmalı. Savaşta mağlup olmayın. Yenilgi, yenileni yozlaştırır ve bu acımasız sürecin üstesinden gelmek sandığımızdan çok daha zordur. Bunun sizin başınıza gelmemesi için dua edin.
France on Trial: The Case of Marshal Pétain
Julian Jackson
Belknap