İngiliz sermayesinin vergi cennetleri
"Maliye ve hukuk, IMF tarafından sık sık kullanılan ve özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu olan yeni milletleri, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran iki uçlu bir kıskaçtır."
Çevirmenin notu: Üç yıl önce Tax Justice Network, Britanya’nın denizaşırı toprakları İsviçre, Hollanda ve Lüksemburg’un önünde dünyanın en önemli vergi cennetleri listesinin başında yer alıyor. Britanya Virjin Adaları, “kurumlar vergisi suiistimalinin en büyük destekçisi” olarak gösterilirken, Cayman Adaları ikinci ve Bermuda üçüncü sırada.
Çalışmada İngiltere, ulusötesi şirketlere vergi faturalarını azaltmaları için en geniş kapsamı sağladığı için 13. sırada yer aldı.
Britanya’nın denizaşırı toprakları ve kraliyete bağlı bölgeleri, şahısların gizli banka hesaplarına yönelik baskının ardından vergi cenneti olarak kabul edilemeyeceklerini savundular. Ancak Tax Justice Network, dünyanın en yoksul ülkelerinden sermaye kaçışını kolaylaştırmaya devam ettiklerini ve çok uluslu şirketlerin kârları üzerindeki meşru taleplerden kaçınmalarına izin verdiklerini söylüyor.
Bu konu aşağıda kapsamlı bir şekilde ele alınmış. Quinn Slobodian, City of London’ın sözgelimi “modern sömürgecilik” mekanizmasını detaylandırıyor.
Güvenli limanlar
Quinn Slobodian
Mayıs 2024
Birleşik Krallık’ın dünya çapında vergiden muaf yetki alanlarından oluşan “ikinci imparatorluğu”, yolsuzluğa olanak tanıdığı, kamu bütçelerini tükettiği ve eşitsizliği daha da artırdığı yönündeki güçlü kanıtlara rağmen hala ayakta.
Modern Britanya’nın doğuşu ne zaman gerçekleşti? Muhafazakâr tarihçiler uzun bir süredir modern devletin ortaya çıkışını Blitz ve Dunkirk ruhuna bağlıyorlar. Diğer yandan, liberal tarihçiler ise Ulusal Sağlık Hizmetinin (NHS) kuruluşuna işaret ederek, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Küçük İngiltere refah devletini oluşturmak üzere kendini toparladığına inanıyorlar.
Oliver Bullough’un Butler to the World (Kahyalıktan Dünyaya) ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth (Milletlere Ait Olmayan Topluluk) adlı yakın tarihte çıkan kitapları, başka bir hikâye anlatıyor. İngilizler, ülkelerini modernleştirmek için uzak bölgelere birinci sınıf denizaşırı seyahatler yaparak yeni iktisadi düzenin temellerini atmışlardı. ABD, Batı Avrupa’nın harap ekonomilerinin yeniden yapılanmasına katkı sağlarken ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nu kurarken, Britanya ise Londra Şehir Üniversitesi’nden iktisatçı Ronen Palan’ın “ikinci imparatorluk” olarak nitelendirdiği düşük vergili ve vergisiz yargı alanlarından oluşan bir şebeke inşa etmekle meşguldü. Refah devleti ile paralel ve nihayetinde onu zayıflatacak olan bu projenin mimarları, bir takas teklif etmişti: İmparatorluğun mülklerini işaretlemek için pembeye boyanmış sonsuz atlas taraması yapılmışken ve Britanya sanayisi bir daha dünya lideri olamayacak hale geldiyse, en azından imparatorluğun mali çekirdeği City of London’da hayatta kalabilirdi. Kıtalar arası kontrol, bir finansal ağın merkezi ve jant telleriyle değiş tokuş edilecekti. Günümüzdeki vergi cennetlerinin yaklaşık yarısı doğrudan Birleşik Krallık ile ilişkilidir ve tahminen 8,7 trilyon dolarlık offshore varlıkların büyük bir kısmını elinde tutmaktadır.
Savaş sonrası tarihi vergi cenneti perspektifinden görmek, imparatorluğun nasıl sona erdiğini ancak çok az şeyin nasıl değiştiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Hukukçu Koram’a göre, birinci ve ikinci imparatorluklar arasındaki erken dönüm noktası, İran Başbakanı Muhammed Musaddık’ın Anglo-İran Petrol Şirketi’ni kısmi olarak millileştirmesinin ardından 1953’te İngiliz ve Amerikan istihbaratının desteğiyle devrilmesiydi. Hiçbir zaman resmi olarak sömürgeleştirilmemiş olan İran’a ve “sömürgecilikten kurtulma vaadiyle heyecanlanan dünyadaki tüm insanlara” verilen mesaj netti: “Egemenlik, sandığınız gibi sizi kurtarmaya yetmez”.
Esasında yarım kalış egemenlik, eski sömürgeciler açısından bir tür kurtarıcı olabilirdi. İmparatorluk, himayeler, kraliyet kolonileri ve serbest limanlar gibi çeşitli unsurları içeriyordu. Postkolonyal kapitalizm de benzer bir yapıya sahipti. Bugün BP olarak bilinen Anglo-İran Petrol Şirketi, Britanya Adaları’nın güneyindeki Guernsey adasında bulunan bir sigorta iştirakiyle kârlarını kayıt altına alarak milyarlarca doları vergiden muaf tutuyor. Guernsey, Kraliyet Bağımlılıklarından biri olmasına rağmen mutlak egemenliği hedeflememişti; yalnızca kendi vergi oranlarını belirleme özgürlüğünü amaçlamıştı.
Finans gazetecisi Bullough’a göre, modern Britanya tarihini anlamanın anahtarı, 1956’da City of London’da offshore avro-dolar piyasasının ortaya çıkmasıdır. O zamanki vakada ABD, bankalar arasındaki rekabeti kısıtlamak amacıyla mevduatlara ödenebilecek faiz miktarını sınırlıyordu. Bu sınırlama, yeni hesap sahiplerine o meşhur tost makinesinin sunulmasına sebep oldu ve ancak 1980’de Reagan’ın finansallaşmayı benimsemesiyle ülke çapında kaldırıldı. İngiliz bankaları, mevduat sahiplerinin hesaplarını dolar cinsinden açmalarına izin vererek ABD’den daha yüksek faiz oranları sunmaya başladı ve paralel bir bankacılık sistemi oluşturmuştu.
İlginç bir şekilde, ilk mevduat sahibi, ABD hükümetinin Amerikan bankalarındaki mevduatlara el koyma veya dondurma riskinden kurtulmak isteyen ancak aynı zamanda değerli yabancı para birimlerine faiz kazandırmak isteyen Sovyetler Birliği olmuştu. 1970’lere gelindiğinde, Komünist blok ülkeleri Londra bankalarından en çok borç alanlar arasında yer alıyordu. Bu ülkeler, bankerler tarafından otoriter devletlerin gerektiğinde halklarından geri ödeme alabileceği düşünüldüğü için en güvenilir müşteriler arasında kabul ediliyordu. IMF’nin genel müdür yardımcısı, 1964 yılında “avro-dolar piyasasının siyasetten bağımsız olduğunu” ifade etmişti. The New York Times ise 1969’da avro-doları bir cin olarak tanımlamıştı: “Milliyeti yok, hiç kimseye sadık değil ve en büyük finansal ödüllerin peşinden dünyayı dolaşıyor”.
Bullough, finansörlerin paralı asker mantığına uygun hareket etme eğiliminde olduklarını vurguluyor. Friedrich Hayek’in çalışmalarını, John Maynard Keynes’in ya da —Allah muhafaza— Karl Marx’ınkiler gibi, baştan aşağı reddetme eğilimindeler, zira idealist değiller. İktisatçıların ve onların dünya analiz yöntemlerinden hazzetmezler, bunun yerine “sağduyuya” değer verirler.
İngiliz bankerler ve onların suç ortakları, küresel mali düzenlemelerde boşluklar aradılar ve bunları genişletmeye çalıştılar. Bu teşebbüs, onları dünyanın dört bir yanına, eski imparatorluklarının uzun süredir ihmal edilen köşelerine kadar götürdü.
Vanessa Ogle’ın tarihçi olarak yaptığı araştırmaların yirminci yüzyılın offshore dünyasının oluşumuna dair öncü çalışmalara atıfta bulunan her iki kitap da bu sermaye kaçışının “ada kapitalizmini” yarattığını ifade ediyor. Yeni vergi cennetleri galaksisi, şahıslar ve şirketler için kârlarını, gelirlerini ve servetlerini genişleyen mali devletin baskısından korumak için özel olarak tasarlanmış sığınaklar sundu. Nihayetinde geçmişteki ırksal hiyerarşilerin pek çoğunun hüküm sürdüğü bir dünya peydah oldu.
1960’lardaki milli kurtuluş hareketlerinin ardından, pek çok beyaz sömürgeci, bağımsızlıklarını kazanan eski topraklarında uzun süre kalmadı. Kabiliyetleri, ilişkileri ve servetleriyle birlikte, küçülmekte olan imparatorluğun geriye kalan ileri karakollarında eski evlerinin konforunu yeniden yaratabilecekleri bir iş kurmak için yola çıktılar. Sömürgecilerden biri olan Michael Riegels, 1961’deki bağımsızlıktan on yıl sonra Tanzanya’yı terk ederek Britanya Virjin Adaları’na yerleşti. Orada, kurumlar vergisinden kurtulmak amacıyla şirket kurmak için cazip bir yer haline gelen Hollanda bölgesi Curaçao’nun başarısının yinelenmesine yardımcı oldu. 1984 yılında Riegels, Uluslararası İşletme Şirketi’ni (IBC) icat ederek bu modeli daha da geliştirdi. IBC bir paravan şirketti, Riegels’in çok daha düşük ücretini ödemek karşılığında kurumlar vergisinden kurtulmak isteyenler için tenha ve albenili bir sığınaktı. Hong Konglu milyarder Li Ka-şing, 1980’lerin ortalarında gemi varlıklarını bir IBC olarak Britanya Virjin Adaları’na nakletmişti. Bullough’a göre 1997’ye gelindiğinde, “BVI yılda 50 binden fazla şirketin kaydını yapıyordu”.
Benzer şekilde, ilk banka şubesini 1953’te açan bir İngiliz Denizaşırı Bölgesi olan Cayman Adaları da şu anda risk fonları açısından önemli bir merkez konumunda. Kişi başına düşen GSYİH, geldiği ülkenin iki katından fazla. Daha az tanıdık bir hikâyede Bullough, bir başka Britanya Denizaşırı Bölgesi olan Cebelitarık’ın kendisini kumar hizmetlerinin kaydedildiği bir yer olarak nasıl yeniden keşfettiğini anlatıyor; bir zamanlar can çekişen bir tersane olan Cebelitarık, şimdi “Lüksemburg’un önünde ancak Monako ve en üst sıradaki Katar’ın gerisinde 111 bin 505 dolarlık kişi başına GSYİH’ye sahip”.
Bullough, dolandırıcıların ve medya skandallarının hikayelerini anlatırken, Koram da vergi cennetlerinin köklerini daha önceki bir dönemin sıradan defterlerinde ve sözleşmelerinde buluyor:
“İmparatorluğun büyük bir kısmı yağmacı generaller ya da fanatik misyonerler tarafından değil, Britanya İmparatorluğu'nun dört bir yanındaki mütevazı ofislerde çalışan ve serveti sınırlar arasında birbirine bağlayan en alçakgönüllü insanlar, özel avukatlar tarafından üretilmişti”.
Bağımsızlığını yeni kazanan pek çok ülke, potansiyel yatırımcıları yerel hukuki geleneklerden çekinenler için bir İngiliz mahkemesinde dava açma umudu sunarak İngiliz Özel Konseyi’ni son temyiz mercii olarak muhafaza etti. Bu, vergi cennetlerinin “siyasetin belirsizliğini etkisiz hale getirme” yöntemlerinden biri. Başka bir örnek ise, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron’un iddiasının iyi bir örneği olan, genelde demokratik yönetimden ziyade mülkiyet haklarının güvenliğiyle ilgili olduğu söylenen Emirlikler otokrasisi gibi demokratik olmayan yönetim biçimleri.
Koram’a göre, piyasanın en çok değer verdiği şey yasal netliktir. Maliye ve hukuk, IMF gibi kuruluşlar tarafından sık sık kullanılan ve özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu olan yeni milletleri, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran iki uçlu bir kıskaçtır. Koram’ın detaylı olarak ele aldığı bir örnekte, Jamaika Başbakanı Michael Manley, 1970’lerde Birleşmiş Milletler’de küresel Güney’in benzer düşünen milletleri arasında Yeni Uluslararası İktisadi Düzen olarak adlandırılan bir girişimi desteklemişti. Dış yardımların, emtia istikrar fonlarının ve hatta sömürge yönetimlerine yönelik tazminatların artırılması çağrısında bulunmuşlardı. Manley’e göre bankerlerin müşterilerinin sermayesi için yalnızca bir koddan ibaret olduğunu düşündükleri hukuka karşın uluslararası hukuk, son dönemde sömürgecilikten kurtulan tüm ülkeleri, artan güçlerini kullanarak küresel ekonominin yeniden dengelenmesi için bir araya getirme mükemmel bir yol sunuyordu. Fakat, 1979’da ABD Merkez Bankası’nın (Fed) faiz oranlarını dramatik bir şekilde artırmasının ardından kredi kaynakları kururken, Jamaika’da borçla finanse edilen ve giderek daha sofistike bir sanayileşme ile desteklenen geniş sosyal demokrasi hayali, IMF’nin dayattığı yapısal uyumun kemer sıkma politikalarına dönüştü. Sonuç olarak, kendi kaderini tayin etme fikrine duyulan hüsran ortaya çıktı. Koram, 2011 yılında bir gazetede yapılan ve Jamaikalıların ülkelerinin hiç bağımsızlık kazanmamış olması gerektiğini söylediği bir ankete atıfta bulunuyor.
Vergi cennetlerinden müteşekkil “ikinci imparatorluk”, yolsuzluğa imkân sağlamasına, kamu bütçelerini kurutmasına ve eşitsizliği artırmasına dair ezici kanıtlara rağmen halen varlığını sürdürüyor. Paradise, Pandora ve Panama Belgelerinin seri ifşaatları ultra zenginlere dair grotesk şölen sunmuştu. Tony Blair gibi güya hayırseverlerin ve Vladimir Zelenskiy gibi son dönemin kahramanlarının offshore hesapları ve haylaz “servet yönetimi” taktikleri, Batı basının manşetlerinden düşürmediği kötü adamlar olan Sahra altı despotları, Rusyalı oligarklar ve pembe gömlekli finans kardeşlerininkilerle birlikte gözler önüne serildi. Planlar hem son derece karmaşık hem de nefes kesecek kadar basit; yani devlet tarafından vergilendirilecek olan para yurt dışında saklanıyor. Ancak bu transferde kullanılan araçlar o kadar gizemli ki, gazetelerin en sadık okurlar dışında herkesi alt edecek interaktif grafikler oluşturması gerekiyor.
Kapitalist Manga Carta'yı yazan Alman banker ve İngiliz lord
"Abs, dünya çapında özel yatırımcıların 'haklarını' güvence altına alma ve korumaya yönelik cüretkâr, yeni, küresel bir 'Kapitalist Magna Carta' olarak tanımlanan şey adına kampanya yürütüyordu."
Bu skandalların en dikkat çekici tarafı, manşetlerden çarçabuk düşmeleri. Anlaşılamayacak kadar karmaşık mı? Zenginlerin öfke uyandıracak eylemleri fazla mı öngörülebilir? Bu zeki elit zümresine karşı bilinçaltında bir kıskançlık ve hatta hayranlık mı söz konusu? Donald Trump’ın Hillary Clinton’ın federal gelir vergisi ödemediği yönündeki eleştirisine verdiği yanıtı aklınıza getirin: “Bu beni zeki yapar!” Kaç insan —liberaller bile— ona hak veriyor? İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın eşi Hintli varis ve iş kadını Akshata Murty’nin vergi amacıyla İngiltere’de “mukim olmayan” statüsünü koruduğunun ortaya çıkması kısa vadede Sunak’ın popülaritesine zarar vermişti ama bir yıldan kısa bir süre sonra başbakan oldu. Eşiyle birlikte Windsor Hanedanı’ndan daha zengin.
Servetin vergi alan devletten vergi cennetine akması iktisadi küreselleşmenin doğal bir sonucu değil. Vergi cennetleri kısmi olarak, siyaset bilimci Mancur Olson’un kolektif eylem sorunu olarak nitelendirdiği durum nedeniyle var: Kazanacak bir şeyleri olanlar ultra zengin bir elit zümre olarak örgütlenirken, kaybedecek olanlar dağınık ve kaynaktan yoksun. Bullough, İskoçya’nın, oligarkların sahipliğinin izini sürmenin pratikte imkânsız olduğu parayı saklamak için sınırlı ortaklıklar adı verilen bir yasal enstrümanını nasıl kullandıklarını ortaya koyuyor. Bir boşluk gibi görünen bu durum kapatılamıyor, zira City of London’daki özel sermaye fonları da buna başvurmaktan hoşnut ve lobicileri tüm reform çabalarına başarıyla engel oluyorlar.
On yıllarını ülkenin ilerideki refah şansını finans, emlak ve sigorta sektörlerine bağlayarak geçirmiş olan İngiliz karar mercileri açısından, kendiliğinden akamete uğramayacak hiçbir reform çabası yok. Şirketlerin kârlarını cebe indirme imkanlarını ortadan kaldırmanın İngiltere’nin “rekabetçiliğini” tehlikeye atacağına dair temel bir inanç var ki bu doğru olabilir; bu anlaşılması zor bir nitelik ama Dünya Ekonomi Forumu’nun kendi endeksini oluşturacak kadar önemli olduğu düşünülüyor. Brexit ve City of London’ın AB müşterilerine kolay erişimini kaybetmesinin ardından, mali üstünlüğü kaybetme endişesi her zamankinden daha şiddetli.
Reformun önündeki bir diğer engel de Gulat’lardan ziyade Davut’lar. Bağımsızlığın ardından, maden zenginliği ya da ekilebilir arazisi olmayan küçük ada ülkelerinin yepyeni hükümetleri, bir kalkınma stratejisi olarak vergi cennetlerine dönüştü. 2000’li yılların başlarında, daha zengin ülkelerin hükümetler arası ana koordinasyon organı olan İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), vergi cennetlerinin oluşturulmasına engel olmaya çalışmıştı. Karayip ülkelerinden heyetler, vergi cenneti taraftarı Özgürlük ve Refah Merkezi örgütünün lobicilerinin yanı sıra Cato Enstitüsü ve Heritage Vakfı’ndan serbest piyasa destekçileriyle ittifak kurarak Amerika’nın bu çabalara verdiği desteğin altını oydular. Milton Friedman ve James Buchanan’ın ve daha da önemlisi, gelişmekte olan küçük ülkelere karşı iktisadi tedbirler alınması ihtimaline karşı harekete geçen Kongre Siyahlar Grubunun da desteğini elde ettiler.
Bu aralar, vergi cennetlerinin egemenliğini ihlal etmekle suçlanmadan herhangi bir uluslararası düzenleme önermek zor. Bullough, Britanya Virjin Adaları’nın mevcut başbakanının, ülkesindeki şirketlerin düşük vergili ve vergisiz tescilini önlemeye yönelik “demokratik olmayan” teşebbüsleri kınadığını aktarıyor: “Kendi kaderimizi tayin etmeye Birleşik Krallık’taki insanlar kadar hakkımız var”. Koram, bir Bermuda parlamenterinin vergi cennetlerini düzenleme teşebbüslerini “modern sömürgecilik” olarak kınadığını aktarıyor; bu, BM’de sandalyesi olmayan ve dış ilişkilerde İngiltere tarafından temsil edilen bir bölgenin liderinden dikkat çekici bir beyan.
Her ne kadar bu kitapların da gösterdiği üzere vergi kaçakçılığı, vergi toplayan devletler kadar uzun bir zamandır var olsa da vergi cennetleri ancak 1990’ların sonunda ciddi bir siyasi mesele halini aldı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi daha küçük ölçekli ulusötesi tehditlere dikkat çekilmeye başlandı. OECD, güya gizli yargı alanlarının kara listelerini oluşturdu ve Lihtenştayn gibi ülkeleri diktatörler ve suçlular için para saklamadaki rolleri nedeniyle ifşa etti, bu da bu ülkelerin gizlilik yasalarını zayıflatmalarına yol açtı. Obama yönetimi, Amerikan vatandaşlarının offshore hesapları hakkında bilgi vermeyen yabancı bankalara ceza kesen Yabancı Hesap Vergi Uyum Yasasını uygulamaya koydu (ABD’nin küresel raporlama standartlarına katılmamasıyla birleşen bu hamle, Nevada ve Güney Dakota gibi ABD içindeki vergi cennetlerine destek sağladı). Kamuoyu da son skandallar nedeniyle yavaş da olsa değişiyor gibi. 2020 yılında gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklamasında İngiliz halkının yüzde 82’si offshore vergi cennetlerinde kayıtlı şirketlerin pandemi kurtarma paketlerine erişimine izin verilmemesi gerektiğini dile getirdi. Bu muhalefet etkisiz kalırken (İrlanda, Hollanda ve Lüksemburg gibi önde gelen vergi cennetlerinde olduğu gibi), Fransa, Polonya ve Danimarka’da offshore’da kayıtlı şirketlerin kurtarma yardımı almasının önüne geçildi.
Hem Koram hem de Bullough, vergi cennetleri tarafından sürdürülen adaletsizliklerin giderilmesi ihtimali konusunda kötümser. Düzenleme teşebbüslerinden nadiren ya da mahkûm olarak bahsetme eğilimindeler. Yine de 1990’lardan bu yana OECD gibi kuruluşlar, söz konusu tedbirlerin samimiyetini nasıl değerlendirdiğine bakılmaksızın, vergi cennetlerine yollarını değiştirmeleri konusunda baskı yapmak için çaba sarf ettiler (OECD’den her iki kitapta da garip bir şekilde bahsedilmiyor). Her iki yazarın da Birleşik Krallık’ın iç meselelerinin ötesine geçip daha geniş bir dünyayı düşünme çabalarına rağmen, yine de bazı miyoplukları nedeniyle suçlanabilirler.
2020’de küresel salgının iktisadi etkilerini kontrol altına alma çabaları, devletin piyasa güçlerini düzenlemek için kullanma teşebbüslerini yeniden canlandırdı. Bu çabaların bir sonucu olarak, 2021’de önerilen ve Financial Times tarafından “sınır ötesi kurumlar vergisi sisteminde yapılan ilk köklü değişiklik” olarak tanımlanan küresel bir vergi anlaşması ortaya çıktı. 140 ülke, şirketlerin faaliyet gösterdikleri yerlere göre vergilendirilmesini öneren bir anlaşma imzaladı. Anlaşma, ayrıca küresel bir asgari kurumlar vergisi getirecek. Joe Biden’ın başkanlık döneminin ilk yılında Beyaz Saray’ın öneriyi desteklemesiyle başlarken proje, 2022’de Senatör Joe Manchin’in itirazıyla karşılaştı ve şimdi de Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin direnişiyle karşı karşıya. Fakat AB, buna rağmen ileri gitti ve 2022’nin sonlarında dünya genelindeki büyük çok uluslu şirketlerin yaklaşık dörtte birini etkileyecek bir yönergeyi güvence altına aldı.
Bu arada, “zenginler kulübü” OECD’nin dışında kalan Afrika ülkeleri, vergilendirmeyi düzenleme ve şirketlerin ve şahısların sistemi manipüle etmesini önleme amaçlı uluslararası alanda paralel bir çaba başlattı. Afrikalı liderler, ülkelerinin iktisadi büyüme beklentileri açısından bunun hayati derecede önemli olduğuna inanıyorlar; haksız avantajlar, güçlü Batılı ve Asyalı çıkarların egemenliği tehdidini beraberinde getiriyor. Geçen yıl BM Genel Kurulu’ndan Nijerya’nın öncülüğünde geçen bir karar taslağı, vergi konusunda bir konvansiyon oluşturulmasını öngörüyor. Destekçiler, bu kararın aynı zamanda vergi oranlarının uluslararası düzeyde müzakere edilmesi ve belirlenmesi için küresel bir kurumun oluşturulmasını umuyorlar, ki bu da uluslararası yönetişimde şimdiye kadar eksik olan bir unsurdu.
Vergi cenneti imparatorluğunun ortaya çıkışı, çoğunluk karşısında farklı bir sınıfa imtiyaz tanıyan siyasi tercihlerin neticesi. Offshore dünyasının bu tarihleri, uzak bölgelerde yaşananların iç politikayı nasıl dönüştürebileceğini göstererek İngiliz mazisinin standart anlayışlarını yeniden ele alıyor. Uzak yargı alanlarında bir arbitraj oyunu olarak başlayan vergi cennetleri, İngiltere’nin kendi kaderini tayin etme gücünü erozyona uğrattı. Bu kitaplar, Gabriel Zucman ve Emmanuel Saez’in “mali demokrasi” olarak nitelendirdiği arayışın özünde sıkıcı vergilendirme meselesinin olabileceğini öne sürüyor. Salt imparatorluk mazisini anlamak erdem değil, bu, günümüzde sosyal adalet için de bir ön koşul.
Britanya öldü
"İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar."