Emmanuel Todd, Batı'nın yenilgisini kehanet ediyor
"Todd, bir kez daha Batı'nın düşman arayışını dinsel bir krizin işareti olarak gösteriyor."
Çevirmenin notu: Beğenilsin ya da beğenilmesin Emmanuel Todd’un nesnel hakikatlere dayanan kehanetiyle başlayarak öngörülerinin rasyonel zemine oturduğu ve nihayetinde gerçeğe dönüştüğü muhakkak. Todd’un Batı’nın akıbetine ilişkin güncel görüşlerinin bir özetine şuradan ulaşılabilir. Ve Ukrayna ve İsrail’e verilen koşulsuz ve kör desteğin Batı’daki en büyük eleştirmenlerinden biri olan Todd’un Jacobin sayfalarında övgüyle anılması da beklenemezdi. Fakat bir burjuva filozofu olarak Todd’un “bir arkadaşa bakılıp çıkılan” mekanlar gibi, belli bir amaç üzere okunması faydalı olur.
Emmanuel Todd, Batı’nın yenilgisini kehanet ediyor
Michael Ledger-Lomas
3 Mart 2024
Fransız demografi uzmanı Emmanuel Todd’un yeni kitabı sekülerleşmenin Batı toplumlarını zayıf ve ayrışmış hale getirdiğini savunuyor. Ancak Todd’un ABD ve Avrupa’nın seküler nihilizmine ilişkin izahı son derece indirgeyici ve ileriye dönük siyasi değişim için hiçbir alan bırakmıyor.
Vladimir Putin’in Rusya’sının Batılı hayranları garip bir şekilde çeşitlilik gösteriyor ve her biri Rusya’da beğenecek oldukça farklı şeyler buluyor. Tucker Carlson, yaşam standartlarından övgüyle söz ediyor. Kısa bir süre önce Moskova’ya yaptığı seyahatten, tertemiz metro sistemi ve ucuz süpermarketlerden övgüyle söz ederek dönmüştü. Alman aşırı sağının Putin’i anlayanları onda etnik milliyetçiliğin dost bir savunucusunu görüyor. Fransız demografi uzmanı, sosyolog ve her yönüyle provokatör Emmanuel Todd ise daha soğukkanlı ve incelikli: Putin’in jeopolitik ustalığından etkileniyor.
Todd’un son kitabı, Batılı güçlerin Ukrayna’yı Rusya ile olan savaşında destekleme konusunda lanetli bir çabaya kilitlendiğini savunuyor. Kitap Fransa’da iyi satmış olsa da bazı küçümseyici eleştiriler de aldı. Le Monde onu sahte bir peygamber ve “Kremlin’in propagandasının” bir kopyacısı olarak nitelendirdi. La Défaite de L’Occident (Batı’nın Yenilgisi) kuşkusuz Putin’e karşı yumuşak. Yine de Batılı ülkeleri sarsan korku ve kıskançlıklara dair yaratıcı ve zaman zaman kurnazca açıklamalarla dolu. Bu kitabın ortaya çıkışı hem sistematik hem de değişken bir düşünürün, alaycı ama aynı zamanda tutarlı bir şekilde kendi kendini tatmin etmekten nefret eden bir ahlakçının ölçüsünü almak için bir fırsat.
Aile servetleri
Todd’un bir demograf ve ateşli bir savaşçı olarak ikili kimliği alışılmadık bir durum. Tarihçi Jacob Collins, yakın tarihli parlak bir çalışmasında, onu 1970’lerde başlayan Fransız entelektüel yaşamındaki “antropolojik dönüş” olarak adlandırdığı döneme konumlandırarak anlamlandırıyor. 1968 olayları dar ve baskıcı düzeni sarsmış ama sosyalist bir nirvana getirmemişti. Komünist Parti’nin genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oyları düşmüş ve sendika üyeliği azalmıştı. 1973’teki petrol şoku ekonomik büyümeyi azaltmış ve solun siyasetin amacının genişleyen refahı paylaşmak olduğu varsayımına şüphe düşürmüştü. Bu tersine dönüşler, kendileri antropolog olmayan ama onların çalışmalarını çokça okuyan bazı genç entelektüelleri, siyaset ve yurttaşlık anlayışlarını insan doğasının sistematik olarak incelenmesine dayandırmaya teşvik etti. Todd, ünlü bir komünist yazar olan Paul Nizan’ın torunu ve Fransız Komünist Partisi’nin genç bir üyesi olmasına rağmen, kısa bir süre sonra sınıf mücadelesinin epifenomenleri olarak Marksist bir siyaset anlayışını bir kenara bıraktı ve tarihin antropolojik çalışmasında alternatif modeller aradı. Belki de Claude Lévi-Strauss ile akraba olmasının da faydası olmuştur.
Todd, Peter Laslett’in sanayi öncesi Avrupa’daki köylü toplulukları üzerine yaptığı doktora çalışmasını yönettiği Cambridge Trinity College’a gitti. Bu önemli bir sapmaydı. Todd, “Anglo-Saksonlara” içten içe karşı olan sol yaka entelektüellerinin bir modeli gibi görünebilir. Bush’un çalışanlarından David Frum bir keresinde bir düşünce kuruluşunun blogunda Todd’un zarif saçlarını ve Amerikan gücüne yönelik refleksif şüpheciliğini alaya almıştı. Yine de Todd’un düşüncesi, bir zamanlar Kuzey Amerikalı muhafazakârları endişelendiren temel karşıtı Fransız düşüncesinden çok Laslett’in hüzünlü ampirizmine borçluydu.
Laslett, The World We Have Lost (Kaybettiğimiz Dünya, 1964) adlı ünlü kitabında, geçmiş toplumların anahtarının ekonomilerinden ziyade kendilerine özgü aile yapıları olduğunu savunmuştu. Marksistlerin iddia ettiğinin aksine, İngiliz yaşamının dokusunu piyasa güçlerine tabi kılarak parçalayan kapitalizm değildi. Bu anlatıma göre, sanayi öncesi İngiltere zaten kapitalistti, önemli olan üretim biriminin çekirdek aile ve hizmetçilerinden oluşan hane halkı olmasıydı. Fabrikalar gelmeden önce, yüzsüz kitleler, birkaç yalnız insan ve bahsedilecek sosyal sınıflar yoktu. Emek yabancılaşmış olmaktan ziyade samimiydi, bu da onu modern çalışmadan daha az zahmetli yapmıyordu, sadece tür olarak farklıydı. İngiltere’nin ataerkil siyaseti aile yapısını takip etmişti; iktidarı, ufukları yaşadıkları köylerin ötesine uzanan küçük bir beyefendiler zümresine bırakmışlardı.
Laslett’in tezi Todd’un, Avrupa toplumlarının karşılaştırmalı siyasi istikrarını ve iktisadi canlılığını açıklamak için ailede bir araç bulan on dokuzuncu yüzyıl Fransız sosyologlarına duyduğu sempatiyi pekiştirdi. Todd, hacimli bir şekilde belgelenmiş bir dizi kitapta, sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada siyasi ideolojiler ve aile yapıları arasındaki ayrıntılı eşbiçimliliklerin haritasını çıkarmaya devam etti. Cumhuriyetçi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlüsü babalar, oğullar ve kardeşler arasındaki ilişkilere göre değişiyordu. Özgürlük, çoğu ailenin çekirdek aile olduğu İngiltere ve ABD gibi toplumlarda gelişti; çocuklar ebeveynlerinin otoritesinden kaçarak kendi hanelerini kurdular. Çocukların “kök ailelerde” ebeveynlerinin kontrolü altında yaşadığı Almanya ya da Japonya ise otoriterleşme eğilimindeydi. Fransız Devrimi eşitlikçi ilhamını, ailelerin mirasları kardeşler arasında paylaştırdığı Paris bölgesinden almıştı. Komüniteryen ideolojiler, ailelerin büyük tarımsal komünlerde yaşadığı Rusya gibi toplumlarda en iyi sonucu vermişti.
Demografinin ayrık cazibeleri
Kısa süre sonra Todd’u bu tür bir çalışma yapması için işe alan Fransa’nın ulusal demografik araştırma enstitüsü, küresel düşünen ama tamamen merkezci bir kurumdu. Kurucusu Alfred Sauvy, “Üçüncü Dünya” terimini ortaya attığında, talepleri Fransız Devrimi’ni tetikleyen isyancı “üçüncü sınıfı” çağrıştırıyordu. Oysa gelişmekte olan ülkeleri incelemenin amacı, bu ülkelerin küresel pazara entegrasyonuna yardımcı olabilecek yapıları tespit etmekti. Enstitü, aynı zamanda ekonomik göçmenlerin Fransa’ya kabul edilme oranını belirleyerek ülke ekonomisine de fayda sağlamayı amaçlıyordu.
Todd, çizelge ve haritalarının kamusal yaşamda kehanet niteliğinde müdahaleler hakkında bir dayanak olabileceğini fark etti. Daha enstitüye gelmeden önce 1976’da yayımladığı La Chute Finale (Son Çöküş) adlı kitabıyla adını duyurdu. Bu çalışma, Sovyet dünyasının demografik sorunlarına dair —ekonomik büyüme olmamasına rağmen artan bebek ölümleri ve düşen doğurganlık gibi— tek tük ama kaygı verici göstergeleri bir araya getirerek çöküşünü öngörüyordu. Tespit ettiği eğilimler artık doğu blokunun çöküşünü açıklayacak kadar ciddi ya da kalıcı görünmese de profesör yazarlar bugün bile bu eserden ileri görüşlülüğünün bir örneği olarak bahsediyor.
Sovyetoloji alanındaki şanslı makalesinden sonra Todd, Altıgen’in aile sistemlerinin ve dolayısıyla ideolojilerin benzersiz karmaşık örgüsü olarak gördüğü şeyi kutlayan bir Fransa analisti olarak daha iyi tanındı. Bu çeşitliliği olumlu buluyordu, zira Fransa’daki varlıkları 80’ler ve 90’larda çok tartışılan bir fenomen haline gelen Kuzey Afrikalı ekonomik göçmenlerin nativist bir şekilde reddedilmesini engelleyecekti. Ancak 2008 yılında Après la Démocratie (Demokrasiden Sonra) kitabını yayımladığında, cumhuriyetin bütünlüğünü ve demokrasisinin yaşayabilirliğini tehdit eden toplumsal ayrışmalardan endişe duyuyordu. Bunlardan biri de eğitimdi. Todd, evrensel okuryazarlığın yaygınlaşmasını her zaman demokratikleşmenin motoru ve özellikle cinsiyetler arasındaki önyargı ve eşitsizliklerin güçlü bir çözücüsü olarak görmüştü. Fakat Fransa’da ve diğer Batı ülkelerinde bu eğitimden yararlanan yüzde 40’lık kesim ile geri kalanlar arasında bir uçuruma yol açan yüksek öğretimin yirminci yüzyıldaki genişlemesinden yakınmaya başladı. Küreselleşme bu ayrımı daha da derinleştirdi, zira yüksek eğitimli insanlar, kazanımlarını paylaşma gibi yanlış bir umutla zengin elitlerin yanında yer aldılar.
Ancak din, ayrışmanın başlıca etkeniydi. 2015 yılında Todd’un bu konuya olan ilgisi, Fransa’nın demokrasisi hakkındaki tartışmalara en kışkırtıcı müdahalesini yapmasına neden oldu. Paris’te teröristlerin hiciv dergisi Charlie Hebdo çalışanlarını ve Hyper Cacher süpermarketinde alışveriş yapan dört Yahudiyi ve çalışanları öldürmesinin ardından Fransa’nın dört bir yanında kitlesel yürüyüşler düzenlendi. Bu yürüyüşlerde cumhuriyetin birliği ve laikliği ile Charlie Hebdo tarafından yayımlanan Muhammed'e hakaret içeren karikatürlere kadar ifade özgürlüğü hakkı ilan edildi. Birkaç ay sonra Todd, Qui est Charlie? (Charlie Kimdir?) adlı kitabını yayımlayarak büyük tepkilere neden oldu. Yürüyüşlerin profesyonel sınıflar, Fransa’nın eşitlikçi çekirdeğinin dışında kalan ve daha otoriter aile yapılarının hüküm sürdüğü bölgeler ve en önemlisi de eski Katolikler tarafından domine edildiğini savundu.
“Zombi Katolikler”
Todd’un önceki çalışmaları her zaman dinsel ayrışmaların önemini vurgulamış, ancak bunları aile haritalarına göre ikinci plana atmıştı. Aile yapılarını din de dahil olmak üzere tüm ideolojilerin temeli olarak görüyordu. Otoriter ve eşitlikçi olmayan aile yapılarına sahip bölgelerin Meryem Ana’nın egemenliği altında olduğunu, Paris bölgesinin ise uzun zaman önce cumhuriyetçi özgürlük ve aklın cisimleşmiş hali olan Marianne için kiliseyi bir kenara bıraktığını belirtmişti. Bununla birlikte, geleneksel olarak inançlı bölgelerde bile dini pratik, 1960’lardan sonra çökmüştü. O halde nasıl olur da Katoliklik Charlie yürüyüşlerinde bir etken olabilirdi?
Todd’un yanıtı, inançlarını terk etmiş insanların bile bu inancın gerici tutumlarını sürdürmeye devam edebileceği yönündeydi. Bir dinin yokluğunda zihinleri şekillendirebileceğini savunmak biraz zorlama görünebilir ama Charlie yürüyüşçüleri yaşlı ve terk ettikleri inançta iyice sosyalleşmişlerdi. Todd, onlara “zombi Katolikler” diyor. Todd’un iğneleyici ifadelere olan zaafı, belki de amaçladığından daha korkunç görünmelerine neden oluyor, zira Todd aslında Katolik bölgelerin sosyal dayanışmaya olan bağlılıklarını neoliberal rekabet çağında bir avantaj olarak görüyordu. Charlie yürüyüşlerinde zombilerin aşırı temsili onların boşluğunu ortaya çıkarmıştı; evrensel hak ve özgürlükleri savunmaktan ziyade Fransa’nın sosyal güç dağılımını sürdürmekle ilgileniyorlardı.
Katolikliğin çöküşü “zombileri” nispeten yarasız bıraktıysa da Fransız laiklerin durumu o kadar iyi değildi. Kendisi de bir ateist olan Todd, bir zamanlar Fransızların Tanrı’nın ölümüyle oldukça iyi başa çıktıklarına inanıyordu. Hayatın artık bir anlamı kalmamıştı ama yine de düzgün ve rahat bir şekilde devam ediyordu. Fakat şimdi Katolik Kilisesi’nin “uçan payandalarının” ateizme karşı çıkılacak bir şey vererek onu başından beri desteklediğini anlıyordu.
Sekülerleşme, iyi eğitimli ve varlıklı seküleristleri yok etti. Metafizik savaşın heyecanını özlediklerinden, kendilerini birleştirecek yeni bir düşman arayışına girdiler. Bunu İslam’da buldular; Fransa’da marjinal bir azınlığın diniydi ama şimdi Batı medeniyetine bir tehdit olarak gördüklerini iddia ettikleri bir din oldu. Charlie’nin Fransız eleştirmenleri, yürüyüşler ile dini bağlılık ve aile yapısının geçmiş coğrafyası arasında kurduğu ilişkilerin birçoğunun özensiz ve nedensel güçten yoksun olduğunu iddia etmekte haklı olsalar da “İslamofobinin” yükselişi ve toplumsal olarak yerleşmesi konusundaki uyarıları bugün haklı çıkıyor ve bu yalnızca Fransa için geçerli değil. İngiltere gibi ülkelerde, İslam’ın ve Müslümanların Batı toplumları için bir tehdit oluşturduğu inancı, sokak kavgacıları tarafından olduğu kadar gazete köşe yazarları tarafından da sıkça dile getirilen, endişeli elitlerin bir patolojisi olması bakımından yabancı düşmanlığının daha kaba biçimlerinden farklı.
Rusya’dan kim korkar?
“Rusofobi”, Batı’nın Yenilgisi’nde, Charlie’de “İslamofobinin” gördüğü işlevi görüyor. Bu kitap İngilizceye çevrildiğinde, egemen bir ulus devlet modeli olarak Rusya’nın düşkün portresiyle pek çok okuru şaşırtacaktır. Todd, Rusya’nın yaşamsal belirtilerine göz atarak, bu ülkenin ABD’ye kıyasla olumlu bir performans sergilediğini savunuyor: Bebek ölümleri belirgin bir şekilde daha düşük ve —rakamları makul bir şekilde değiştirirseniz— görünüşe göre bir devletin başarısı için belirgin bir Fransız, neredeyse Bonapartist kriteri olan daha fazla mühendis yetiştiriyor. Evet, Rusya oldukça otoriter bir demokrasi ama bu konuda çok fazla endişelenmeye gerek yok, tam da ataerkil ve cemaatçi aile modellerinin yaratmasını bekleyeceğiniz türden bir yönetime sahip. Onun için önemli olan, Rusya’nın büyük ölçüde kendi sınırları içinde yaşamaktan memnun olan “muhafazakâr” bir güç olması. Büyük tasarımları yok ve yaşlanan ve durgunlaşan nüfusu genişleme için demografik bir temel sağlamıyor: Rusya, bir “jeopolitikçinin gözünde” “ilginç” değil.
Todd, Rusya’nın düşmanını bir “batık devlet” olarak göstermek için elindeki tüm araçları kullanıyor. Ukrayna farklı aile tiplerinden oluşan bir karmaşa, Fransa’da övgüye değer bir çeşitlilik olarak görülen şey burada kırılgan bir yapaylığa dönüşüyor. Kırsal Batı, 2004’teki Turuncu Devrim’den bu yana, doğal olarak Rusya’nın bilim ve yüksek kültür dilini tercih eden kentleşmiş ve sanayileşmiş Doğu’ya kendi köylü dilini dayatmaya çalışıyor. Todd, Ukrayna’nın gelişen taşıyıcı annelik ticaretini bile çöküşün yaklaştığının bir işareti olarak görüyor ve bunun insan hayatına verilen değerin azaldığını gösterdiğini savunuyor. Putin’in işgali, Rusça konuşanları Washington’un saldırgan piyonlarına karşı korumak için önleyici bir saldırıya dönüşüyor. Ukraynalıların Kırım ve Donbass’a boyun eğdirme konusundaki “intihara meyilli” kararlılıkları savaşa yol açtıysa, “nihilizmleri” de savaşı sürdürdü; çatışma, yalnızca Batı’nın sübvansiyonlarının havada tuttuğu “havada duran devletlerine” bir gerekçe sağlıyor.
Todd’un Putin’i — “son derece planlı” konuşmalar yapan ve “mükemmel” zamanlamasıyla Emmanuel Macron gibi düşük profilli şahsiyetleri alt eden, dünya meselelerinin “zeki” bir okuyucusu — kısa süre önce Tucker Carlson ile bir araya gelen tarihi masalların yersiz anlatıcısı ile çok az benzerlik taşıyor. Todd’un kitabı, Rusya’nın savaşını savunmaktan, neden bu kadar çok devletin bunu Batı açısından varoluşsal bir mesele olarak görmeye başladığını sormaya geçtiğinde daha ilginç hale geliyor. Yaptırımların Rusya’nın savaş çabalarını hızla çökerteceğini savunan ya da Batılı olmayan ve bağlantısız güçlerin yaptırımları uygulamaya ikna edilebileceğini uman sihirli düşünceyi haklı olarak eleştiriyor. ABD bile Ukraynalılara Rusya kuvvetlerini geri püskürtmek için ihtiyaç duyacakları tank ve mermileri tedarik edecek yeterli bir sanayi tabanına sahip değil. Öyleyse bu savaş tutkusu neden?
Sıfır noktasına doğru
Todd, bir kez daha Batı’nın düşman arayışını dinsel bir krizin işareti olarak gösteriyor. Fakat bu kez zombi Katolikliğe değil, Ukrayna’nın Avrupa’daki amigosu olan ABD, Birleşik Krallık ve İskandinav ülkelerindeki Protestanlığın çöküşüne işaret ediyor. Laik ve cumhuriyetçi devlet kurma modelinin normatif olduğunu düşünen bir Fransız okur kitlesi için yazan yazar, ABD ve Büyük Britanya gibi ülkelerin İncil’den bir ulus olma duygusunu Bastille düşmeden çok önce türettiklerini vurguluyor.
Max Weber’in “iyi bir öğrencisi” olarak, daha sonra refahlarının başlangıçta Protestan özdenetim ve endüstri alışkanlıklarından kaynaklandığı argümanını da ekliyor. O halde, kademeli ama geri dönüşü olmayan sekülerleşmelerinin sosyal olarak yıpratıcı ve siyasi olarak istikrarsızlaştırıcı olmasına şaşmamak gerekir. Başlangıçta bu süreç, dini gayretlerini refah devletlerinin yaratılmasına yönlendiren bir ya da iki nesil “zombi Protestan” üreterek demokrasiyi güçlendirmişti. Ancak zombiler bile sonsuza kadar yaşayamaz. “Hayali” Protestanlık yerini “sıfır noktasına” bıraktı ve Todd’un bir zamanlar Amerika’nın iyiliksever WASP [Beyaz Anglo-Sakson Protestan] eliti olarak gördüğü kesimi silip süpürdü. Bu seçkinlerin yerini, aralarındaki tek bağ askeri tribünlere ve imparatorluk rantlarına olan bağımlılıkları olan Washington’daki çeteler aldı. Todd, demografik verileri ahlakçı bir şekilde kullanarak, dindar çalışkanlıklarının açgözlülüğe dönüşmesi nedeniyle Protestan toplumların Hıristiyanlıktan uzaklaştığını öne sürüyor. Zayıf Fransızlar ile obez Amerikalılar arasındaki tezat, ikincilerin özdenetimlerinin Tanrılarıyla birlikte yok olduğunu gösteriyor.
Weber, bel ölçülerine bu kadar önem vermezdi. Todd’un Hıristiyanlıktan bahsederken kullandığı kabalık, onun önemi konusundaki ısrarını köreltiyor. Örneğin, eşcinsel evlilikleri ve transseksüellerin kabulünü Hıristiyanlığın geçtiğinin göstergeleri olarak seçmesi garip bir şekilde keyfi (Batı’nın çöküşüne dair Rusya’daki uzun münakaşaları tekrarlamaktan bahsetmiyorum bile). Hıristiyanlıktan uzaklaşmaya yapılan vurgu da tutarsız: Ortodoksluğun askıda olduğu Rusya’yı neden aynı ölçüde sarsmadığını açıklamıyor.
Yine de Todd, toplumların bir zamanlar kiliselerin sağladığı türden kamusal doktrin olmadan bocaladıkları konusunda kesinlikle haklı. Bu da ona Birleşik Krallık hakkında özellikle kurnazca bir açıklama yapma imkânı veriyor. Lilliputvari kavgacılığını, seçilmiş bir ulus olarak kaybolan konumunu yeniden canlandırma konusunda umutsuz bir girişim olarak görüyor. Ortak para biriminin ve neoliberal Avrupa Birliği’nin müzmin bir düşmanı olmasına rağmen Todd, Brexit’ten etkilenmiyor ve Brexit’i Britanyalılığın yeniden canlanmasından ziyade yıpranmasının bir belirtisi olarak sunuyor. On yıllardır süren sanayisizleşme ordusunu o kadar zayıflatmış olsa da liderleri bu kargaşadan Batı’nın savunucuları gibi davranarak kaçtılar ki, Fransızları taklit edip kendilerini “Afrika’da nefret edilen” haline bile getiremiyorlar. Boris Johnson, Vladimir Zelenskiy’i Amerikalıları bile şaşırtan bir çabuklukla kucaklamış ve silahlandırmıştı.
Ukrayna’dan Gazze’ye
Batı’nın Yenilgisi, Todd’un önceki kitaplarına göre daha az bilimsel ve daha çok anekdotlara dayalı olsa da siyasi bilinçaltının gücü konusundaki ısrarıyla tamamen “antropolojik” olmaya devam ediyor. Bireysel politikacıların kararlarını anlamak için, onları etkileyen görünmeyen ve derinlerde yatan yapıları göz önünde bulundurmak gerekir. Böyle bir yaklaşımın riski, analistin bilinç dışında, oraya koymak için eğlenceli veya uygun bulduğu her şeyi bulmasıdır. Todd’un kitabında bu tür tuhaflıklara dair sayılamayacak kadar çok örnek bulunuyor. Bir örnek, pek çok örnek yerine geçebilir: Antony Blinken’ın antisemitik Ukrayna’daki Yahudi köklerinin, onu atalarına yapılan zulmün “adil bir cezası” olarak ülkeyi yıkıcı bir savaşa sokma konusunda motive ediyor olabileceği spekülasyonunu yapıyor. Todd’un kendi Yahudi soyuna yaptığı atıflar, bu tür komplocu süslemeleri pek mazur göstermiyor.
Todd, Batı’nın Yenilgisi’nde açıkça görülen bir eğilim olarak, dünyayı sık sık özselleştirmiş ve aşırı tanımlamıştır. Amerika ve Avrupa’nın Hıristiyanlık sonrası nihilizminin kuşkusuz sürükleyici portresi o kadar bunaltıcı ki, çözüm için çok az alan bırakıyor. Sadece Almanlar ona biraz umut aşılıyor. Todd, Almanya’yı her zaman otoriter bir toplum olarak sınıflandırmış ve Avrupa Birliği’ne iktisadi kemer sıkma dayatma çabalarından hazzetmemiş olsa da Amerikan gücünden daha fazla nefret ediyor. Uzun zamandır Almanya’nın “âtıl” bir ulus statüsünden sıyrılıp Rusyalılarla bir araya gelerek Amerika’nın siyasi ve iktisadi elitlerini “robotlaştırmasına” izin veren NATO’nun Avrupa üzerindeki hakimiyetini kırmasını umuyordu. Todd’un Ukrayna’nın yenilgisini sabırsızlıkla beklemesinin başlıca nedeni, böyle bir ittifak fırsatını yeniden ortaya çıkarabilecek olması ki bu ne çok makul ne de davetkâr bir ihtimal gibi görünüyor.
Ukrayna’daki savaşın neticesi ne olursa olsun, Todd’un bir kâhin olarak azalan itibarını tazelemesi pek mümkün görünmüyor. Karışık değerleri ve tekleyen ekonomilerine rağmen Avrupa toplumları, Todd’un kasvetli öngörülerinin ya da Rusya ile yaptığı yüklü kıyaslamaların imkân verdiğinden daha güçlü ve zengin olmaya devam ediyor. Belki de politikalarını karakterize eden “nihilizm” ve “narsisizm” bakanın gözündedir. Buna karşın, Todd’un kitabına son noktayı koyduğu sırada başlayan Gazze’deki savaş, Todd’un bazı çılgınlıklarını haklı çıkarıyor. Amerika’nın yaşlı siyasi elitlerinin İsrail’in işgaline verdikleri koşulsuz destek, hakikaten de “şiddet ihtiyacında” ifadesini bulan psişik bir krizin pençesinde olduklarını gösteriyor. Başkan Biden’ın İsrail’i kuşatılmış özgürlük kaleleri olarak Ukrayna’ya benzetmesindeki “çocuksu basitlik”, Batı değerlerinin müptela savunucuları tarafından ne kadar çabuk itibarsızlaştırılabileceğini gösteriyor. Amerika’nın “mantıksız” bir şekilde askeri malzemelerini Gazze’nin kentlerinin yıkımına adaması —ki bu Avrupalı müttefiklerinin ve ana akım medyanın uzun süreli, tedirgin de olsa, rızasıyla karşılanmıştı— Batı’da her şeyin yolunda gitmediğini gösteriyor.