Britanya nasıl "yardım" kisvesi altında ikinci bir imparatorluk kurdu?
"Yardım endüstrisinin epey derin kökleri vardı. Büyük şirketlerin bu yardımlardan istifade edenler arasında yer alması meselesinin de öyle."
Çevirmenin notu: Britanya İmparatorluğu’nun çöküş serüveni ve yakın tarihteki marifetleri epey çarpıcı. Britanya, bugün hala Doğu Avrupa’daki savaş durumunda ve merkez Asya’daki istikrarsızlıklarda büyük oranda pay sahibi. Bu batış hikayesinden, özellikle de şu an bariz bir hegemonya krizi yaşayan ABD için alınacak dersler epey fazla. Britanya’nın beşeriyete attığı kazıkları biraz “parayı takip et” prensibiyle incelemek fena olamayacaktır. Aşağıda İngiliz araştırmacı gazeteciler Claire Provost ve Matt Kennard’ın geçen ay Bloomsbury Academic yayınevi tarafından basılan Silent Coup: How Corporations Overthrew Democracy kitabından, Progressive International tarafından düzenlenerek yeniden yayımlanmış bir kesitin tercümesi mevcut. Söz konusu inceleme, Britanya örneği üzerinden devletlerin “yardım” faaliyetlerinin gerekçelerini anlamak açısından da faydalı olabilir.
Britanya nasıl “yardım” kisvesi altında ikinci bir imparatorluk kurdu?
Claire Provost, Matt Kennard
Britanya hükümeti uzun zamandır yardım bütçesini dünyanın yoksullarına yönelik hayırsever bir armağan olarak sunuyor. Özünde ise bu bütçe, Britanya’nın imparatorluğu resmen çökerken kurumsal çıkarlarını muhafaza etmek ve genişletmek adına verdiği mücadeleden doğmuştu.
Yaz müzik festivallerine giden pek çok akranımız gibi biz de sabahın köründe kalkıp Londra’dan kalkan bir trene bindik. Aynı anda binlerce kişinin katılacağı bir etkinliğe doğru yol alıyorduk. Özellikle izleyeceğimiz bir grup vardı ve sahneye yakın iyi koltuklar bulup bulamayacağımız konusunda endişeliydik.
Ama gittiğimiz yerde pogo alanı olmayacaktı: 2014 Uluslararası İş Festivali için kuzeye, Liverpool’a gidiyorduk. Festivalin ana sponsoru olan dönemin Başbakanı David Cameron’ın muhafazakâr hükümeti festivali “1951’den bu yana Britanya’nın en önemli uluslararası ticaret ve ticaret vitrini” olarak tanıtmıştı.
Bu doğruydu; söz konusu liman kenti 19. yüzyılda sanayi ve uluslararası ticaretin önemli merkezlerinden biriydi ve bir dönem zenginliği Londra’nınkine rakip olmuştu. Ancak kentin refahının büyük bir kısmı tarihin en lanetli işlerinden biri olan kölelikte geliyordu. 18. yüzyıl boyunca, gemileri Atlantik boyunca tahminen 1,5 milyon Afrikalı taşıdı. On yıllar boyunca Liverpool’un ticaretinin yüzde 30 ila 50’sini oluşturdu.
Bu örgütlü bir barbarlıktı. Uluslararası bir “üçgen ticaret” İngiliz fabrikalarından tekstil ve silah gibi malları Afrika’ya, köleleri Amerika ve Karayipler’e, sonra da şeker, pamuk ve romu Avrupa’ya gönderiyordu. Bankalar ve sanayiler bu ticaretin yarattığı “fırsattan” istifade etmek için mantar gibi çoğaldı. Liverpool büyüdü.
Bu tarih, kentin bazı sokak isimlerinde hala yankılanıyor. The Beatles tarafından meşhur edilen Penny Lane’in adını önde gelen köle tüccarı James Penny’den aldığı düşünülüyor. Diğer sokaklara da kölelik karşıtlarının isimleri verildi. Liverpool’un tarihi rıhtımında restore edilen depolar şimdi Uluslararası Kölelik Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Trenimiz kente girdikten sonra mümkün olduğunca hızlı bir şekilde bu bölgeye gittik.
Varış noktamız olan Cunard Binası, Birinci Dünya Savaşı sırasında buharlı lüks yolcu gemileriyle seçkinleri denizlerin ötesine taşıyan bir şirketin genel merkezi olarak inşa edilmişti. Toskana’dan ithal edilen mermerlerle tamamlanan bina kısmen İtalyan saraylarından esinlenerek tasarlanmıştı. Binanın ana girişine giden dramatik taş merdivenlerden yukarı doğru yürüdük.
“Yardım için buradayız”
Uluslararası İş Festivali’nin birkaç haftalık programında gemicilikten eğitime kadar belirli sektörlerdeki şirketlere ve girişimcilere hitap eden oturumların yanı sıra dünyanın belirli bölgelerine açılmak isteyenlere yönelik oturumlar da vardı. Bizim geldiğimiz etkinlik de dahil olmak üzere bu etkinliklerin pek çoğu Britanya hükümet yetkilileri tarafından düzenleniyordu.
Dönem detaylarına ve tonozlu tavanlara sahip tarihi bir balo salonuna girdik. Takım elbiseli adamlar bembeyaz masa örtüleri olan yuvarlak masalarda oturuyordu. İki boş koltuk gördük, oturduk ve gülümsedik. Masamız gerçekten de sahneye yakındı.
“Kaça patladı?” diye sordu kısa süre sonra podyumda beliren adam.
Kendi sorusunu yanıtlarken “dışarıda 70 ila 100 milyar dolarlık iş var,” dedi ve odadaki bazı kişiler bunu alkışladı. Sırıttı.
Bahsettiği meblağ çok büyüktü ve küresel siber güvenlik —ya da dergi yayıncılığı— pazarlarının tahmini büyüklüğü ile mukayese edilebilirdi. Ancak bu etkinlik daha ziyade çok az kişinin duyduğu bir ticarete odaklanmıştı.
Podyumdaki adam Nigel Peters’tı. O zamanlar, İngiliz şirketlerinin dünyanın en yoksul insanlarına yardım etmek için kamu parasıyla finanse edilen sözleşmeleri kazanmalarına yardımcı olmak üzere kurulan Yardımla Finanse Edilen İş Servisi adlı pek bilinmeyen bir hükümet biriminin başındaydı.
Birleşmiş Milletler kuruluşları, Dünya Bankası, ABD ve Britanya devlet daireleri de dahil olmak üzere farklı kuruluşların isimlerinin yansıtıldığı bir slaytın bulunduğu ekranın önünde durarak salondakilere “Kalkınma ve insani yardım işi var, bu önemli bir iş ve biz de bu işin bir kısmını kazanmanıza yardımcı olmak için buradayız,” dedi.
“Yardımlarla finanse edilen iş dünyasına hoş geldiniz,” diyerek gülümsedi.
Peters, “BM’nin barış gücü, kıtlık yardımı, afet yardımı ve acil yardım konularında yaptığı çalışmalarla ilgili pek çok iş fırsatı görüyoruz,” diyerek örnekler verdi: “Bugün Suriye ve Irak gibi ülkelerde sığınmacı kamplarında gördüğümüz insan kaynaklı felaketler ve tabii ki doğal felaketlerle ilgili olarak kıtlık ve afet yardımı açısından, buralarda faaliyet yürütenler adına pek çok iyi fırsat görüyoruz.”
Etrafımızdaki adamlar tekrar alkışladı. Çok sayıda insanın ölümü ve yerinden edilmesiyle sonuçlanan bu krizlerin neşelenmek için bir neden gibi görünmesi dikkat çekiciydi.
“Neşe kaynağı”
Meslektaşı Eleanor Baha da sahneye çıktığında neşeli görünüyordu. Birleşmiş Milletler kuruluşlarının en büyük kümelerinden birinin bulunduğu Cenevre’de görev yapan Baha, Britanya’nın Yardımlarla Finanse Edilen İş Servisi’nin “ataşesi” olarak tanımlanıyordu.
“Neden BM işlerine ilginiz olmalı? Ne anlamı var?” diye sordu ve cevapladı: “Buralar şirketler olarak sizin açınızdan iyi birer ihracat pazarı.”
“Şirketlerin bu sektörde çalışarak elde edebilecekleri net bir neşe kaynağı mevcut,” dedi, ancak “belki de en önemlisi, ödeme alacağınızdan emin olmanız... BM yalnızca bütçe hâlihazırda güvenli olduğunda şirketlerle iş yapıyor.”
Liverpool gezimizin ardından Londra’dan başka bir trene bindik; bu kez Avrupa Birliği’nin gayri resmi başkenti olan Brüksel’e, kendisini “ağ oluşturmak, yeni bağlantılar kurmak ve iş yapmak için önemli bir platform” olarak tanımlayan AidEx’e gittik.
Büyük bir kongre merkezinin içinde, yüzlerce takım elbiseli iş insanı, bazıları şarap kadehlerini yudumlarken, sergi stantlarının etrafında toplanmıştı. Masaların üzerinde parlak kurumsal broşürler ve şirketlerin logolarıyla damgalanmış USB bellek gibi eşyalar vardı. Yüksek tavandan büyük otomobil şirketlerinin —Ford, Toyota, Volkswagen— afişleri sarkıyordu.
Şirket temsilcileri stantlarında, dünya çapında yılda milyarlarca dolar harcayan STK’ların, USAID gibi kamu kurumlarının ve BM kuruluşlarının kısaltmalarından oluşan bir dizi ürün ve hizmet sundular. Sunulan ürünler arasında branda çeşitlerinden özel güvenlik firmalarının hizmetlerine kadar her şey vardı. Açılır bir kafede katılımcılar küçük gruplar halinde kümelenmiş, bir önceki yıl kimin hangi işi kazandığına dair notlarını karşılaştırıyorlardı.
AidEx, etkinliğine katılım sağlamanın şirketlere “marka bilinirliğini artırma”, “yeni potansiyel müşteriler oluşturma” ve “özel PR hizmetleri alma” konusunda yardımcı olduğunu söyledi.
YouTube’da neşeli bir pop müziği eşliğinde yayınlanan iki dakikalık bir tanıtım videosu bu noktayı gözler önüne seriyor. Videoda yer alan bir karikatür figürü “Tüm bu ürünleri nasıl satacağız?” diye soruyor. Başka bir figürün kafasının üzerinde bir ampul beliriyor ve o da şöyle diyor: “Neden AidEx’e katılmıyoruz?” Karikatürize edilmiş nakliye kasaları ekranda yığılırken, şöyle diyor: “Orada bunların hepsini satın almak isteyen alıcılar olacak!”
Yardım harcamalarının resmi misyonu olan küresel yoksullukla mücadele hakkında pek bir şey duymamıştık. Londra’ya dönerken trende merak ettik; yardımla finanse edilen iş dünyası neden bu kadar az biliniyordu? Yardım vergi mükelleflerinin parasıdır ve politikacılar da sık sık bundan söz ederler. Peki bu bütçeleri hedef alan şirketler neden genellikle ekran dışında kalıyordu?
Yardım gerçeği
Yardım nedir? Faturayı ödeyen vergi mükelleflerine defalarca “dünyanın en yoksullarına yardım etmek için verilen para” denilmişti. Yardımı hem destekleyenler hem de eleştirenler benzer şekilde yardımdan sanki zengin ülkelerden yoksul ülkelere doğrudan bir para transferiymiş gibi bahsediyor.
Örneğin, yardımlar hakkındaki eleştirileriyle meşhur Daily Mail gazetesi 2014 Sevgililer Günü’nde bir imza kampanyası başlatarak hükümeti “denizaşırı yardımlara harcanan 11 milyar pound’un bir kısmını İngiliz sel mağdurlarının acılarını dindirmeye yönlendirmeye” çağırmıştı. İmzacılardan biri olan Gloucestershirelı bir roman yazarı şu yorumu yapmıştı: “Hindistan ve Çin’e milyonlarca pound yardım yapıyoruz ama kendimiz için hiç harcamıyoruz. Bu çok saçma.”
Yardım karşıtları sürekli aynı argümanı öne sürüyordu: Britanya’nın her yıl başka ülkelere bu kadar çok para “vermesi”, “göndermesi”, hatta “akıtması” yanlıştı. Yardım taraftarları da benzer bir dil kullanıyor, yardımı dünyanın zenginlerinden fakirlerine zenginliği yeniden dağıtan bir tür uluslararası sosyal güvenlik sistemi olarak sunuyorlardı. Politikacılar da rutin olarak bunu yapıyor, belirli ülkelere “yardım” sözü veriyorlardı.
Ancak durum söz edilenden daha karmaşıktı ve Liverpool ve Brüksel’de gördüğümüz gibi şirketler de bu bütçelerden yararlananlar arasındaydı.
Gerçek şu ki, yardım parasının sadece küçük bir kısmı doğrudan yerel hükümetlere ya da yoksul ülkelerdeki kesimlere aktarılıyordu. Bundan ziyade büyük bir kısmının bazen çok uzun yüklenici ve taşeron zincirlerinden geçerek bir yere ulaşması zaman alıyordu. Basit nakit transferleri bir yana, bağışçılar yardım parası sözü verdiğinde, bunun sözüm ona “gideceği” ülkelere ulaşacağının hiçbir garantisi yoktu.
Paris’teki zengin ülkeler kulübü Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tarafından denetlenen ve hangi harcamaların resmi kalkınma yardımı (ODA) —“yardım” için kullanılan resmi terim— olarak sayılabileceğini düzenleyen yazılı kurallar vardı.
Bu tür harcamaların ana hedefinin “gelişmekte olan ülkelerin iktisadi kalkınma ve refahının desteklenmesi” olması gerekiyordu. Kurallar detaylıydı ama bağışçıların yardım bütçelerini beklemeyeceğiniz şeyler için kullanmalarına da izin veriyorlardı.
Bağışçı hükümetlert, faiziyle geri ödenmesi gereken krediler olarak yardım “verebilir” (böylece onlardan para kazanabilir). Yeni nakit akışları değil, sadece iptal edilen veya yapılandırılan borçlar olsa bile “borç yardımını” yardım olarak sayabilirler.
OECD verilerine göre milyonlarca pound’luk Britanya yardımı hiçbir zaman ülkeyi terk etmedi ve bunun yerine Afrikalı yetkililerin askeri eğitimi ve Kuzey Koreli yetkililerin Britanya’ya “çalışma ziyareti” gibi şeylere harcandı. Britanya yıllarca eski sömürge subaylarına yapılan emeklilik ödemelerini de —sadece 2017’de 2 milyon pound’luk bir maliyetle— yardım olarak saydı.
Kötü kararlar
“Bütçe desteği”, yoksul ülke hükümetlerine kendi kendilerini yönetmeleri ve harcamaları için doğrudan verilen yardımın teknik terimiydi. Bu destek 2014 yılında 9,5 milyar dolara —o yılki toplam küresel yardım harcamalarının (165 milyar dolar) yüzde 6’sından azı— ulaştı.
Peki bu paranın geri kalanı? Çoğu uluslararası ajanslar, STK’lar ve kâr amacı güden yüklenici ve taşeronlardan oluşan bir ağ üzerinden yönlendirildi. Bu paranın büyük bir kısmı, daha yoksul değil daha zengin ülkelerde yerleşik şirketlerden mal ya da hizmet satın almak için kullanıldı.
İşte Liverpool ve Brüksel’de gördüğümüz iş burada ortaya çıktı. Bu sektördeki şirketler insani krizi fırsat gibi görürken, kalkınma yardımı da onlara istikrarlı ve güvenilir bir gelir akışı olarak hizmet etti.
Hangi harcamaların yardım olarak sayılabileceğini düzenleyen karmaşık mevzuat, nasıl harcandıklarının ayrıntılarını bilmeden iki ayrı dolar yardımını karşılaştırmanın zor olduğu anlamına geliyordu. Biri doğrudan yoksul bir hükümete gitmiş olabilir. Diğeri ise mal veya hizmet sağlayan ve bundan kâr elde eden özel bir yükleniciye gitmiş olabilir.
Buna rağmen politikacılar, yardıma karşı çıkanlar ve yardım taraftarları genelde gayri safi yurt içi hasılanın (GSYİH) yüzde 0,7’sinin yardıma harcanması hedefine odaklandılar. 1970’lerden bu yana uluslararası zirvelerde tekrar tekrar yinelenen bu hedef, bağışçıların “cömertliğinin” kamuoyu nezdinde ölçüldüğü temel bir kıstas haline geldi.
İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda 1970’lerde bunu karşılamıştı. Onları 2000 yılında Lüksemburg izledi. Fakat Britanya, 2013 yılında toplam dış yardım bütçesi 11,4 milyar pound’a ulaştığında bunu gerçekleştiren tek G7 ülkesiydi. 2015 yılında bu hedefi kanunla güvence altına aldı (ancak 2021 yılında Kovid-19’un ekonomik etkisini gerekçe göstererek bu harcamayı GSYİH’nin yüzde 0,5’ine indirecek).
Bazı uzmanlar bu hedefin keyfi olduğunu, modasının geçtiğini ve gelişmekte olan ülkelerin ne kadar paraya ihtiyacı olduğuna dair eski hesaplamalara dayandığını savundu. Britanya parlamentosunun uluslararası kalkınma seçici komisyonu, ne olursa olsun harcama hedeflerini tutturma baskısının kötü karar alma süreçlerine yol açabileceği konusunda uyarıda bulundu.
Fakat yüzde 0,7’ye gösterilen bu ilgi aynı zamanda bir dikkat dağıtma, dikkatleri genel bütçe rakamlarına odaklamanın bir yolu gibi görünürken bu paranın nasıl harcandığına ilişkin ayrıntıları da dikkatlerden uzaklaştırıyor.
2015 yılında açıkça “Britanya’nın ticaret ve yatırım fırsatlarını güçlendirebilecek” denizaşırı kalkınma projelerine ve harcamalarına öncelik veren yeni bir yardım stratejisi ortaya çıktı. Yardımlar artan bir şekilde “iş dünyası dostu” yasaların hazırlanması ve altyapıdan tarıma kadar çeşitli alanlarda özel yatırımların desteklenmesine yönelik projelere harcandı.
Kâr amacı güden şirketlerin yardım parasının harcanmasına dahil olması da bu paranın hedefe ulaşıp ulaşmadığını takip etmeyi zorlaştırıyor gibi görünüyor. Hükümet rehberliği, yardım işi için verilen tekliflerin genel giderler, maaşlar ve kâr marjlarının dökümünü içermesi gerektiğini söylüyordu. Ancak bu bilgiler gerçekten toplandıysa bile yayımlanmadı ve nadiren gün yüzüne çıktı.
Margaret ve Mahathir
Margaret Thatcher 2013 yılında öldüğünde, vergi mükelleflerine maliyeti 3 milyon pound’dan fazla olan bir cenaze töreni ile onurlandırıldı. Cenaze töreni, yalnızca birkaç yıl önce Occupy London’ın protesto kampını kurduğu St. Paul Katedrali’nde yapıldı.
Kraliçe II. Elizabeth cenaze törenine katılan çok sayıda yüksek profilli şahsiyetten sadece biriydi. Yabancı davetliler arasında Thatcher ile aynı dönemde, ancak çok daha uzun bir süre Malezya’da başbakanlık yapmış olan Mahathir bin Muhammed de vardı. Kendisi 2003 yılına kadar iktidarda kaldıktan sonra 2018 yılında 93 yaşındayken tekrar görevi devraldı.
Adını konuklar listesinde fark ettik çünkü Thatcher’ın ölümünden bir yıl önce eski bir üst düzey devlet memuru 1990’lardaki Pergau Barajı silah karşılığı yardım skandalına ilişkin içeriden bir açıklama yapmıştı. Bu skandal, Britanya’nın yardımlarını ticari çıkarlardan “kurtarmak” ve yoksulluğun azaltılmasına odaklanmasını sağlamak adına yeni bir yasa çıkarılmasına neden oldu.
Skandal, Thatcher ve Mahathir hükümetleri arasındaki alışverişler ve Britanya’nın, Malezya’nın Pergau Nehri üzerinde yeni bir hidroelektrik barajı için sağladığı yardımın, ülkeye onlarca askeri jet satan British Aerospace (daha sonra BAE Systems adını aldı) dahil olmak üzere silah şirketleriyle yapılan sözleşmeleri “tatlandırmak” için kullanılmasıyla ilgiliydi.
Britanya’nın Dış Yardım Politikaları ve Ekonomisi: Pergau Barajı Meselesi başlıklı içeriden açıklama, Sir Timothy Lancaster tarafından yazıldı. Kendisi bu sözleşme gizlice yapıldığında Hazine Bakanlığı’nda memurdu ve üstlerine “bakanlar adına ciddi bir utanç ve kamu harcamalarında savurganlık yaratabileceği” uyarısında bulunan özel bir not göndermişti.
Daha sonra, o dönemde yardım bütçesinden sorumlu kurum olan Denizaşırı Kalkınma İdaresi’nin (ODA) daimî sekreterliğini üstlendiğinde, bu harcamaların yapılmamasını tavsiye etti.
Lancaster, Malezya’nın enerji üretmesi konusunda daha ucuz yollar olduğuna inandığı için yardımla finanse edilen projenin kendi şartları açısından mantıklı olmadığını düşünüyordu. Bütçeyi imzalamadan önce resmi bir bakanlık kararında ısrar etmek gibi alışılmadık bir hamlede bulunarak bir şeylerin yanlış gittiğinden şüphelendiğinin sinyalini verdi ve nihayetinde bu, Ulusal Denetim Ofisi ve büyük gazetelerden gelen bir dizi soruşturmayı beraberinde getirdi.
“Özelleştirme düşkünü”
Lancaster’ın 2012 yılında yayımlanan ve bu dönemi anlatan kitabının kapağında, skandalın merkezinde yer alan iki başbakanın skandal patlak vermeden önce çekilmiş bir fotoğrafı yer alıyor. Malezya Başbakanı Mahathir, gri takım elbisesi ve leylak rengi kravatıyla doğrudan kameraya bakıyor. Thatcher ise siyah elbisesiyle onun yanında. İkili rahat görünüyor ve önlerindeki masada, dostane bir görüşmeyi yansıtmak üzere bırakılmış (ya da konulmuş) iki çay bardağı var.
Bu fotoğraf Nisan 1985’te, Thatcher’ın Mahathir ile bir araya geldiği ve kendisi gibi “serbest girişim sisteminin avantajlarına ve dünya ticaretinin serbestleştirilmesine” inandığı için onu kameralar önünde övdüğü 10 günlük Asya turu sırasında çekilmişti.
Bu, eski İngiliz kolonisinin 1957’de bağımsızlığını kazanmasından bu yana bir Britanya Başbakanı tarafından gerçekleştirilen ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret aynı zamanda Mahathir ile olan ilişkisinde daha sonra “biraz zorlu bir başlangıç” olarak nitelendireceği bir dönemi de takip etti. Mahathir, açık bir “Doğuya Bak” politikası benimsemiş ve ülkesinin bundan sonra İngiliz ürünlerini sadece “kesinlikle gerekli olduğunda” satın alacağını söyleyerek “İngiliz menşeili olmayan kaynakları net bir şekilde tercih ettiğini” göstermişti.
Thatcher, Mahathir’i geri kazanma çabaları kapsamında Kuala Lumpur’a gitmişti. Kentte yaptığı konuşmada Mahathir’in liderliğine övgüler yağdırmış, “Sayın Başbakan, sizin de özelleştirmeye ve devletin rolünü azaltmaya adanmış olduğunuzu görmekten mutluluk duyuyorum. ‘Malezya A.Ş.’ sloganınıza hayranım”, demişti.
“Şirketlerimizin birçoğu Malezya ile daha fazla iş yapmaya istekli ve ben de sizi özellikle şirketlerimizin tüm meziyetleri konusunda ikna etmek için elimden geleni yapacağım,” diye eklemişti.
Bu ziyaret sırasında ayrı bir basın toplantısında, daha sonra Pergau Barajı’nın inşasında yer alacak olan İngiliz inşaat devi Balfour Beattie’ye özellikle işaret etmişti. Ayrıca, ürünleri arasında atıştırmalıklar ve sabun bulunan ve geçmişi bize daha sonra yardım ve kalkınma sistemi ve nasıl işlediğine dair eşsiz bir pencere sunacak olan dev bir İngiliz çok uluslu “tüketim malları” şirketi olan Unilever’in de adını saymıştı.
“Pergau Barajı Olayı” ile ilgili parlamento soruşturmaları başladığında Thatcher hükümetten ve Avam Kamarasından ayrılmıştı, fakat büyük şirketler adına lobi yapmaya devam etti. Konuşma başına 50 bin dolar aldığı ve örneğin tütün şirketi Philip Morris’e “jeopolitik danışman” olarak çalıştığı bildirildi. Pergau soruşturmaları için net bir tanık olabilirdi ama ifade vermeyi reddetti.
Malezya’da “Pergau Barajı Olayı” İngiliz müteahhitlere yönelik yeni bir kamu sektörü boykotuna yol açtı. Britanya’da güçlü sivil toplum kampanyası, yardımların kendi ülkelerindeki şirketleri desteklemeye değil, gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluğu sona erdirmeye odaklanmasını talep etti.
1994 yılında, Dünya Kalkınma Hareketi adlı bir STK, Pergau Barajı’nı destekleme kararının hukuka aykırı olduğunu savunarak, Britanya Yargıtayına hükümetin yardım kuruluşuna karşı emsal niteliğinde bir dava açtı. Mahkeme davayı kabul etti.
Bu skandal, kendi bakanlık makamı olan yeni bir yardım ajansının —Uluslararası Kalkınma Departmanı— kurulmasında temel gerekçe oldu. 2002’de kabul edilen Uluslararası Kalkınma Yasası, Britanya’nın tüm yardım harcamalarının birincil odak noktasının yoksulluğun azaltılması olmasını gerektiriyordu. Yardım, Britanya’nın ticari çıkarlarından resmen “ayrılmış” ve yardımla finanse edilen sözleşmeler uluslararası rekabete açılmıştı.
Birbirine bağlı dış yardım
Öğrendiğimize göre pek çok yardım bağışçısı, yardım harcamalarının bir kısmını birbirine “bağlayarak” sözleşmeler konusunda rekabeti resmi olarak kendi ülkelerinde yerleşik şirketlerle sınırlandırıyor. ABD’de, esas olarak Washington DC bölgesinde yerleşik olan ve “Beltway Haydutları” olarak bilinen ufak bir müteahhit grubu, USAID kuruluşunun yardımla finanse edilen işleri uzun süredir domine ediyordu.
ABD’nin Tarım Bakanlığı’na bağlı olan gıda yardımlarında da küçük bir grup şirketin hâkim olduğu benzer bir yapı ortaya çıktı. Bunlar arasında büyük tahıl tüccarları Cargill, ADM ve Bunge de vardı. Bu şirketler, ABD bandıralı gemilerle Amerika’dan yoksul ülkelere gönderilecek buğday ve diğer malların tedarikinde yapılan sözleşmelerden aslan payını almışlardı (Gemicilik endüstrisi de bundan faydalanmıştı).
Britanya’nın —Pergau Barajı Olayı ve sonrasında atılan adımlar nedeniyle— artık farklı olması gerekiyordu. Mal ve hizmetlerinin daha fazlasını yerel olarak, gelişmekte olan ülkelerden satın alması gerekiyordu. Eğer yardımın amacı uzun vadeli ve sürdürülebilir kalkınma ise, bu iş yerel ekonomilerin büyümesine yardımcı olabileceğinden mantıklı bir hareketti.
Fakat 2011 yılında, Pergau Barajı’na yapılan yardım aleyhindeki hukuki mücadeleyi yürüten STK, dönemin Kalkınma Bakanı Andrew Mitchell’in Hindistan’a yapılan yardımı BAE Typhoon savaş uçaklarının ülkeye satılması hedefiyle ilişkilendirmesinin ardından yeniden alarm verdi.
Lancaster’ın kitabı çıkmadan birkaç ay önce İngiliz basınında, milyonlarca pound’luk yardım sözleşmeleriyle finanse edilen altı, hatta yedi haneli maaşlar alan küçük bir grup İngiliz özel danışmanla ilgili yeni bir haber furyası vardı.
2014 yılında Britanya hükümetinin rakamlarına göre sözleşmelerin yüzde 90’ından fazlası hala İngiliz şirketlerine (ya da çok uluslu şirketlerin İngiliz iştiraklerine) gidiyor. Bu durum bazen —yardım gözlemcilerinin uzman çevrelerinde— “bumerang yardım” olarak anılıyordu.
Britanya tarafından finanse edilen sözleşmeler de giderek büyüyor ve küçük şirketlerin teklif vermesi zorlaşıyordu. Şirketler günlük destek, belirli projelerde “teknik yardım” sağlıyor ve uzun yıllara yayılan devasa programlar tasarlayıp uyguluyorlardı. Giderek artan bir şekilde, diğer yüklenicileri seçen ve denetleyen “idari aracılar” olarak işe alınıyorlardı. Ayrıca araştırma yürütüyor ve yardım projelerinin sonuçlarını değerlendiriyorlardı.
Sadece 11 şirketten oluşan bir grubun, Britanya’nın yardım fonlarıyla finanse edilen bu sözleşmelerin büyük bir kısmını kazandığı ve Uluslararası Kalkınma Departmanına özel erişimleri olduğu ortaya çıktı. Dönemin üst düzey yetkilisi Mark Lowcock, Supply Management dergisinde kaleme aldığı makalede, departmanının “en büyük stratejik tedarikçileriyle” birlikte planlar geliştirmek üzere “samimi bir tartışma ortamı” yarattığını yazdı.
Bu üst düzey yüklenicilerden hiçbiri gelişmekte olan bir ülkeden değildi. Aralarında çok uluslu muhasebe devi PricewaterhouseCoopers’ın yanı sıra büyük Avrupalı danışmanlık firmaları da vardı. Aralarında 1992 yılında Thatcher’ın hayranları ve özelleştirme düşkünleri tarafından kurulan Adam Smith International’ın da yer aldığı pek çok firma Britanyalıydı. Bir diğeri ise mazisi 1833 yılına kadar uzanan Crown Agents’tı.
Bir imparatorluktan diğerine
Crown Agents’ın sömürgecilik döneminde doğması ilgimizi çekti ve tarihini araştırmaya başladık. Mayıs 2003’te küçük bir protestocu grup Londra’nın merkezindeki Buckingham Palace Road’da toplanmıştı. Yoldan geçenlere broşürler dağıttılar ve üzerinde “Savaş ve Açgözlülük Temsilcileri” yazan bir pankart açtılar. Hedeflerinde bu az bilinen şirket vardı. Şirketin hala “emperyalizmi kolaylaştırmakla” meşgul olduğunu, “yeni şirket yönetimi çağında son derece merkezi hale gelen devlet ve iş dünyası arasındaki o karanlık alanda” olduğunu söylediler.
Bu protestoya neden olan şey Crown Agents’ın ABD ve Britanya’nın işgalinin ardından Irak’ta yürüttüğü faaliyetlerdi. BBC tarafından ABD’li inşaat devi Bechtel ile birlikte “savaş sonrası temizlik” konusunda uzmanlık geliştiren “oldukça dar bir uluslararası firma grubunun” parçası olarak nitelendirildi. Independent, şirketin “ABD’nin Irak’ın yeniden inşasına yönelik programında ihale kazanan ilk İngiliz şirketi” olduğunu belirtti.
Crown Agents, Britanya’nın yardımlarla finanse ettiği en büyük yüklenicilerden biriydi. Aynı zamanda 19. yüzyılda imparatorluk tüccarlığından “sömürge sonrası” kalkınma işine geçiş yapan en eski şirketti. İnternet sitesinde “1833’ten beri yenilikler yaptığı” ve “kendi kendine yetme ve refahı hızlandırma” konusunda uzun bir maziye sahip olduğu ifade ediliyordu.
Daha önce bilinen adıyla The Office of the Crown Agents, imparatorluğun aracılarını sağlıyordu: Sömürge hükümetlerinin bir şey satın alması gerekiyorsa, bunu onlar ayarlıyordu. Kolonilerden Sorumlu Devlet Bakanı’nın nezaretindeydiler, ancak bağımsız olarak faaliyet gösteriyorlar, koloni yatırımlarını ve yerel olarak üretilmeyen tüm malların tedarikini yönetiyor, inşaat projelerini denetliyor, maaşları ve emekli maaşlarını ödüyorlardı.
Temsilcilikler hakkında Managing the British Empire başlıklı derinlemesine bir çalışma kaleme alan İngiliz iş tarihçisi David Sunderland, 1800’lerin sonları ile 20. yüzyılın başları arasında işlerinin nasıl büyüdüğünü, mesela personel sayılarının yaklaşık 30 kişiden 460’ın üzerine çıktığını anlattı. Ayrıca işleri başka yüklenicilere yaptırmış ve bir nakliye acentesi, paketleme şirketi ve avukat istihdam etmişlerdi.
Sunderland’e göre, stratejileri başta maliyetli ama kaliteli hizmetler sunmaktı. Fakat zamanla “kâr maksimizasyonu ile daha fazla ilgilenmeye” başladılar. Britanya hükümeti içindeki bağlantılarını “politikaları kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek için kullanmaya başladılar ve bu da pahalı ve ekonomik olmayan demiryollarının inşasına, yüksek maliyetli kredilerin verilmesine ve pahalı malzemelerin satın alınmasına yol açtı,” dedi.
İmparatorluktan sonra
İngiliz imparatorluğu çöktüğünde Crown Agents varlığını sürdürdü ve uluslararası yardım ve kalkınma sektörüne odaklanan yasal bir şirket haline geldi. Kuruluşundan 150 yıldan fazla bir süre sonra 1997 yılında özelleştirildi ve bir limited şirkete dönüştürüldü (en azından şimdilik tümüyle bir vakfa aitti).
Crown Agents’ın 19. yüzyılın başlarında kurulduğu dönemde, modern şirketlerin öncülleri olan özel yatırımcı ve tüccar birlikleri şeklindeki “imtiyaz beratı olan şirketler” dünyanın farklı bölgelerini keşfediyor, ticaret yapıyor ve sömürgeleştiriyordu. Muhtemelen bunların en meşhuru, kendi bayrağı ve Britanya’nın iki katı büyüklüğünde bir özel ordusu olan The East India Company’ydi. Bu konuda bir kitap yazan William Dalrymple’a göre bu “tehlikeli bir şekilde kontrolsüz özel şirket”, Hindistan’ın büyük bölümünü fethederek “tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şirket darbesi gerçekleştirdi”.
Bu şirket aynı zamanda Güneydoğu Asya ve Hong Kong’un bazı bölgelerini ele geçirirken, diğerleri de Amerika ve Afrika’nın bazı bölgelerini sömürgeleştirdi. Sömürgecilerin “Afrika’ya Hücum”unu1 resmileştiren 1884 Berlin Konferansı2 onlara yardımcı olacaktı. Diğer şeylerin yanı sıra, toprak iddiasının uluslararası tanınma için tek başına yeterli olmadığını söylüyordu. Sömürgeciler, “etkin istila” yoluyla hak iddia ettikleri bölgeler üzerinde otorite sahibi olduklarını ispat etmek zorundaydılar. Kiralık şirketler bunu yapmaya istekli ve hevesliydi.
Batı Afrika’da 1886’dan itibaren Royal Niger Company, Britanya’nın Nijer delta bölgesindeki çıkarlarını bir araya getirdi. Kendi polisinin yanı sıra gümrükleri, mahkemeleri ve hapishaneleri vardı. Bu şirket 20. yüzyılın başlarında daha geniş kapsamlı United Africa Company’nin (UAC) —ve daha sonra Thatcher’ın 1980’lerde Malezya’da yaptığı konuşmada sözünü edeceği ve sömürge sonrası kalkınma projelerinde de yer alacak olan İngiliz çok uluslu “tüketim malları” şirketi Unilever’in— parçası haline gelecekti.
İngiliz imparatorluğunun sonu geldiğinde altyapısının aynı şekilde yok olmadığını öğreniyorduk. Bunun yerine bir kısmı “kalkınma” başlığı altında yeniden yönlendirilmiş —ya da daha basit anlamda yeniden markalanmış— gibi görünüyordu. Yardım endüstrisinin epey derin kökleri vardı. Büyük şirketlerin bu yardımlardan istifade edenler arasında yer alması meselesinin de öyle.
İmparatorluğa yatırım
Dönemin Britanya Başbakanı Harold Macmillan, 1960 yılında Güney Afrika parlamentosunda yaptığı meşhur konuşmasında “Bu kıtada bir değişim rüzgârı esiyor ve hoşumuza gitse de gitmese de bu ulusal bilinç artışı siyasi bir hakikat,” demişti. Haklıydı da.
O zamana dek Britanya İmparatorluğu Hindistan, Pakistan ve şimdiki Sri Lanka ve Pakistan’ın yanı sıra Gana’yı da kaybetmişti. İmparatorluk, yaklaşık dört yüzyıl süren sömürgecilik faaliyetlerinin ardından, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra yirmi yıldan biraz daha uzun bir süre içinde çöktü.
Bu dönemi inceleyen Yeni Zelandalı tarihçi W. David McIntyre, “1945’ten sonra sömürge milliyetçiliklerinin yükselişe geçmesi, karar alıcıların yaşananlara yenik düştüğü anlamına geliyordu,” diyor. Fakat işletmelerin, yatırımcıların ve onlarla birlikte çalışan hükümet yetkililerinin neyin yaklaşmakta olduğunu bildiklerini —hesap vermeyen güçlere karşı özgürlük ve bağımsızlık adına süren durdurulamaz halk hareketleri— ve her şeye rağmen genişlemeye devam etmek için planlar yapmaya başladıklarını gösteren pek çok kanıtla karşılaşıyorduk.
Dünya Bankası ve farklı şubeleri kurulmadan önce, mesela 1946’da Britanya, “kalkınma finansmanı kurumu” CDC’yi (başlangıçta Colonial Development Corporation olarak anılıyordu) kurdu. Bu kurumun misyonu “sömürge halklarının üretkenliklerini ve zenginliklerini artırarak yaşam standartlarını yükseltmekti”. Savaş sonrası ekonomisi zor durumda olan Britanya’ya fayda sağlamak da belirgin bir hedefti.
Bu kurumun kuruluşundan kısa bir süre sonra sömürge valilerinin katıldığı toplantıda konuşan dönemin Ekonomi Bakanı Sir Stafford Cripps, sömürgeci ekonomik kalkınmanın “hızını artırmanın” zamanının geldiğini dile getirdi ve Britanya’nın geleceğinin “Afrika’daki kaynaklarının hızlı ve kapsamlı bir şekilde kalkındırılmasına” bağlı olduğunu savundu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya ekonomisi zor durumdaydı ve hükümet ABD’den ancak 2006 yılında tümüyle ödenebilmiş devasa krediler aldı.
CDC’nin ilk başkanı Lord Trefgarne, 1948’de Liverpool’da bir grup iş insanına yaptığı konuşmada, “Sömürge topraklarının verimliliğinin görülmesi gereken küresel arka planı budur,” dedi. Bu bağlamda, sömürge ekonomilerini kalkındırmanın ve ürünlerinin ihracatını artırmanın “sağlam bir politika” olduğunda ısrar etti.
Britanya’nın bu yeni kurumun uluslararası “kalkınma” faaliyetlerinden faydalanması, hala sömürge imparatorluğunun bir kolu olduğu düşünüldüğünde belki de şaşırtıcı değildi. Ancak Crown Agents gibi imparatorluk sona erdiğinde kapanmadı. Bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerin “kalkınmasına” yardımcı olmak üzere buralardaki işletmelere yatırım yapmak üzere yeniden konumlandırıldı.
Yeni gerekçeler
İngiliz akademisyen Stephanie Decker’a göre 1950’lerden itibaren “kalkınma”, Afrika’daki kurumsal reklamlarda baskın bir tema haline geldi ve bunu kurnazca bir “tanıtım stratejisi” olarak nitelendirdi. Ancak Decker’a göre bu, “İngiliz imparatorluğuyla yakından ilişkili olan” ve “varlıklarını sürdürmek için yeni bir gerekçe bulmaya ihtiyaç duyan” şirketler açısından bilhassa önemli bir taktikti.
Britanya hükümeti bünyesinde, 1960’ların ortasında Sömürge Ofisi’nin dağıtılmasının ardından yeni bir Denizaşırı Kalkınma Bakanlığı yardım ajansı kuruldu. Bu arada CDC’nin adı Milletler Topluluğu Kalkınma Kurumu olarak değiştirildi ama kısa süre sonra Milletler Topluluğu üyesi olmayan ülkelere de yatırım yapmaya başladı. CDC, 1980’lerde Thatcher’ın özelleştirme hamlesine direndi ve görevden ayrılmasına kadar bir kamu şirketi olarak kaldı.
1999 yılında İngiliz parlamentosu, tüm hisseleri hala hükümete ait olsa da kurumu CDC Group plc adında bir limited şirkete dönüştürmeye yönelik bir yasa çıkardı. Fakat birkaç yıl sonra, yönetim fonksiyonları, aralarında eski CDC yöneticilerinin de bulunduğu özel sahiplere satılan iki yeni şirkete —daha ufak çaplı risk sermayesi fonları için Aureos ve kalan portföyünün büyük kısmı için Actis— bölündü.
Bu değişiklikler, politikacıların ve basının bu yan kuruluşlara yapılan “inanılmaz derecede düşük” ödemeler konusunda eleştirilerine yol açtı. Kısa bir süre sonra dönemin Kalkınma Bakanı Andrew Mitchell, CDC’nin mali başarısını alkışladı ama “kalkınmanın ihtiyaçlarına hizmet etmekle daha az doğrudan ilgilenir hale geldiğini” ve reforme edilmesi gerektiğini söyledi.
2011 yılında yeni bir iş planı başlatıldı ve CDC parasını harcamak için aracılara bel bağlamak yerine yeniden doğrudan yatırım yapmaya başladı ve daha yoksul ülkelere daha fazla odaklanacağını açıkladı. Fakat aradan yıllar geçmesine rağmen, seçkin faydalanıcılarını belirlemek, küresel yoksulluğun sona erdirilmesine yardımcı olmaktaki etkilerini belirlemekten daha kolay görünüyordu.
“Hakimiyet”
Örneğin El Salvador’da, Britanya CDC’sinden “kalkınma finansmanı” alan bir şirket tarafından inşa edilen projelerden birini gördük. Başkent San Salvador’un kenar mahallelerinde ve kalın beton duvarların arkasındaydı. Villa Veranda: 500’den fazla bej, kahverengi ve mercan pembesi evin yeni asfaltlanmış yollarda sıralandığı, futbol sahası ve basketbol sahası gibi olanaklara ve kurak mevsimde bile kalın, yeşil çimlere sahip 34 dönümlük bir site.
Bu yerleşim bölgesindeki en ucuz evler 117 bin 650 dolardan başlıyor ve ayda en az 2 bin dolarlık bir hane geliri gerektiriyordu. Bu durum, nüfusun yaklaşık üçte birinin günde 5,50 dolar olan ulusal yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede evleri çoğu insan için karşılanabilir olmaktan uzak kılıyordu. Avance Ingenieros adlı şirketin internet sitesinde “Sadece orta sınıf için ev inşa etmeye adanmış bir inşaat şirketi olmak bize bu segmentte hakimiyet sağladı,” diye övünülüyordu.
Salvadorlu bankerlerin, bürokratların ve iş insanlarının sayısının artması ve yurt dışında yaşayan Salvadorluların aileleri ya da emeklilikleri için burada mülk satın almalarındaki artış bu şirketin servetine servet kattı. Şirket 2004 yılında Britanya CDC kalkınma finansman kurumundan 3,3 milyon dolarlık bir yatırım almıştı.
Bu anklavın dünyanın en yoksullarını hedeflemediği açık olsa da projeleri su kaynakları üzerinde yarattığı baskı nedeniyle yerel olarak da eleştirildi. Çevreciler, San Salvador civarındaki ormanların hızla gelişmesinin yerini başkentin “akciğerlerini” beton, asfalt ve çoğu insanın ulaşamayacağı lüks evlerin aldığını ifade etti.
Eyaletin insan hakları ofisinden Yanira Cortez, bize bunun gibi “mega projelerin” “çevre ve su kaynakları üzerinde ciddi etkileri olduğunu ve gelecek nesillerin haklarına saygı göstermediğini” söyledi.
Villa Veranda yakınlarındaki Kuzeybatı Santa Tecla Ekolojik Savunma Komitesi adlı yerel bir grup da bu spesifik kalkınmanın yerel su kaynaklarını, biyolojik çeşitliliği ve civardaki yerleşimlerin yaşam kalitesini tehdit edebileceği konusunda uyarıda bulunmuştu.
Şirket yanıt olarak ev sayısını azaltmak, daha fazla yeşil alan eklemek ve yerel sosyal programlara yüz binlerce yatırım yapmak üzere planlarını değiştirdiklerini duyurdu. Ancak Salvadorlu bir çevre STK’sı olan Acua’dan Edith Tejara, herhangi bir uluslararası kalkınma parasının bu tür kapalı yerleşimleri desteklemesinin hala şok edici olduğunu dile getirdi.
“Tarih bize ne zaman bir alışveriş merkezi ya da kapalı site inşa edilse, suyun yerel halk için değil onlar için öncelikli olacağını öğretti,” dedi.
“Beni şaşırtan şey onların kalkınma anlayışları,” diyerek sözlerini tamamladı.
Afrika’nın Bölünmesi veya Afrika’nın Fethi olarak da bilinen hadise, “Yeni Emperyalizm” olarak bilinen 1833-1914 yılları arası dönemde yedi Batı Avrupalı güç tarafından Afrika’nın büyük bir kısmının işgali, ilhakı, bölünmesi ve sömürgeleştirilmesine verilen ad. (ç.n.)
Afrika’nın Kongo Havzası üzerinde egemenlik haklarının tartışılması ve karara varılması maksadıyla düzenlenmiş olan uluslararası bir konferans. (ç.n.)