Balfour Deklarasyonu hakkında temel bilgiler
"Bu ihanet, Avrupa'nın en yüksek siyasi makamlarından soğukkanlılıkla işlenmiştir; öyle ki, barbar olarak nitelendirilen toplumlar dahi böyle bir şeyi yapmaktan utanırdı."
İlanının yıldönümünde Balfour Deklarasyonu’nun muhtevasına yakından bakmak faydalı olabilir. Dönemin Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un Lord Rothschild’e yazdığı mektup, Siyonist hareketin taleplerini desteklemek amacıyla hazırlandı ve çeşitli taslaklardan geçerek nihai hâline getirildi. Bu süreçte, İngiliz ve Siyonist liderler arasında yoğun müzakereler yapıldı ama Filistin halkının görüşleri dikkate alınmadı. Deklarasyonun dili kasıtlı olarak muğlak bırakılmış ve “ulusal yurt” kurulması gibi daha sınırlı bir hedef belirlenmişti. Ayrıca, tüm Yahudi cemaatleri deklarasyonu desteklemedi; bazı Yahudi entelektüeller, bu belgenin antisemitizmi artırmasından endişe ediyordu. Deklarasyonun arkasında, İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını koruma ve Yahudilerin İngiltere'ye göçünü sınırlama gibi stratejik nedenler yatıyordu. Bu belge, Yahudilerin “Vadedilmiş Topraklara” dönmesini savunan Hristiyan Siyonizmi akımının etkileriyle de şekillendi. Balfour Deklarasyonu, hukuki bağlayıcılığı zayıf olan bir niyet beyanı olarak kabul edildi ve bu yönüyle 20. yüzyıl Orta Doğu’sunun siyasi dinamiklerini etkileyen önemli bir kilometre taşı oldu.
Balfour Deklarasyonu hakkında temel bilgiler
Adil Beşara, el-Ahbar
Balfour Deklarasyonu, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında İngiliz hükümeti tarafından yayımlanan ve Filistin’de “Yahudi halkı için bir ulusal yurt” kurulmasını desteklediğini ilan eden bir kamuoyu bildirgesidir. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Filistin, küçük bir Yahudi azınlığın yaşadığı bir bölgeydi. Bu deklarasyon, 2 Kasım 1917 tarihinde Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un, İngiltere’deki Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerinden Lord Rothschild’e yazdığı bir mektupta dile getirildi ve “Büyük Britanya ve İrlanda Siyonist Federasyonuna” iletilmesi istendi. Deklarasyonun metni, 9 Kasım 1917’de gazetelerde yayımlandı.
Britanya, Kasım 1914’te Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ettikten hemen sonra, Filistin’in geleceği üzerine düşünmeye başladı. İki ay içinde, Siyonist bir milletvekili olan Herbert Samuel, savaş kabinesine bir memorandum sunarak Yahudilerin desteğini kazanmak adına Siyonistlerin hedeflerini desteklemeyi önerdi. Ardından, Britanya Başbakanı Herbert Henry Asquith, Nisan 1915’te Osmanlı İmparatorluğu ve özellikle Filistin’e dair bir politika belirlemek amacıyla komisyon oluşturdu. Fakat, savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden yapılandırılmasını tercih eden Asquith, Aralık 1916’da istifa etti ve yerine geçen David Lloyd George, imparatorluğun bölünmesini savundu. Britanya ve Siyonistler arasındaki ilk müzakereler, 7 Şubat 1917’de Mark Sykes ile Siyonist liderlik arasında yapılan bir toplantıda başladı. Bu görüşmeler sonucunda Balfour, 19 Haziran’da Rothschild ve Chaim Weizmann’dan genel bir deklarasyon taslağı hazırlamalarını istedi. Britanya kabinesi, eylül ve ekim aylarında Siyonist ve Siyonizm karşıtı Yahudilerden gelen önerileri değerlendirerek çeşitli taslakları ele aldı; ancak bu süreçte Filistin’de yaşayan yerli halkın herhangi bir temsilcisi bulunmamaktaydı.
1917 yılının sonlarına doğru, Balfour Deklarasyonu’nun yayımlanmasından önceki dönemde, savaş çıkmaza girmişti. Britanya’nın iki müttefiki henüz savaşa tam anlamıyla katılmamıştı: Amerika Birleşik Devletleri henüz ciddi kayıplar vermemişti ve Rusya ise Bolşeviklerin iktidarı ele geçirdiği bir devrim sürecindeydi. Güney Filistin’deki çıkmaz, 31 Ekim 1917’de Birüssebi Muharebesi ile aşıldı ve aynı gün deklarasyonun nihai metninin yayımlanması yönünde karar alındı.
Hazırlık süreci
Deklarasyonun yazılması ve son haline getirilmesi bir gecede olmadı; gönderilmeden önce pek çok kez gözden geçirildi ve yeniden kaleme alındı. Balfour Deklarasyonu’nun ortaya çıkışı, en az altı defa değişiklik yapılan uzun bir sürecin sonucuydu.
Chaim Weizmann, Fransızları Filistin’de Yahudi yerleşiminin gelişimine ikna edip bölgenin İngiliz kontrolüne geçmesini sağladıktan sonra, “artık Filistin ile ilgili olarak İngiliz hükümetinin bir politika açıklaması için harekete geçme ve baskı yapma zamanı geldi. Ocak 1917’nin sonunda, komitemiz tarafından hazırlanan bir notu Sir Mark Sykes’a sundum ve onunla birkaç ön hazırlık toplantısı yaptım,” diye yazar. Bu belgeye “Siyonist Hareketin Hedeflerine Göre Filistin’de Yahudi Yeniden Yerleşim Programının Ana Hatları” adı verildi. Belgenin ilk maddesi ulusal tanınma talebiydi:
“Hükümet, Filistin'deki Yahudi nüfusunu [bu, Siyonist programda hem mevcut hem de gelecekteki Yahudi nüfusunu ifade eder] resmen bir Yahudi ulusu olarak tanımalı ve bu nüfusun o ülkede tüm sivil, milli ve siyasi haklara sahip olduğunu kabul etmelidir. Hükümet ayrıca Filistin'de Yahudilerin yeniden yerleşim arzusu ve gerekliliğini de tanımalıdır.”
Benzer bir bağlamda, Leonard Stein, İngiliz hükümeti ile Siyonist örgüt arasındaki görüşmelerin başlangıcını şöyle anlatır:
“2 Şubat 1917’de, Sir Mark Sykes, Londra’daki Siyonist temsilcilerle bir toplantıya katıldı… Görünürde şahsi olarak katılmıştı, fakat Dışişleri Bakanlığı’nda önemli bir kademede bulunuyordu ve Britanya’nın Orta Doğu politikasının şekillenmesinde kilit bir rol oynuyordu. 2 Şubat’taki toplantı, esasen Siyonist örgüt ile İngiliz hükümeti arasında uzun süre devam edecek görüş alışverişinin başlangıç noktasıydı. Temmuz 1917’de, Siyonist temsilciler hükümete önerilen deklarasyonun bir taslağını sundular. Bu taslak, Filistin’i ‘Yahudi halkının ulusal yurdu’ olarak tanımlıyor ve ülkede Yahudi yerleşimi ile iktisadi kalkınmayı sağlamak amacıyla bir ‘Yahudi Ulusal Yerleşim Kurumu’nun kurulmasını öngörüyordu. Hükümet ise, Balfour Deklarasyonu’nun temeli olacak alternatif bir taslak ile yanıt verdi.”
Özünde, İngiliz hükümeti ile Siyonist hareket arasında altı taslak metin değiş tokuş edildi ve tartışıldı. Nihai deklarasyon metni yayımlanmadan önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin de onayı alındı. İngiltere Dışişleri Bakanı, Kasım 1917’de deklarasyonun son halini yayımlamadan önce, bu taslak en ince ayrıntısına kadar incelendi. Başbakan David Lloyd George’un şu sözleri aktarılır:
“Deklarasyon yalnızca politik olarak değil, aynı zamanda metnin kendisi üzerinde yapılan yoğun çalışmalar sonucunda hazırlandı.”
Joseph Jeffries de şöyle der:
“Balfour Deklarasyonu hakkında söylenebilecek ilk şey, yayımlanmadan önce her kelimesinin titizlikle incelenmiş olduğudur. Metin yalnızca altmış yedi kelimeden oluşuyordu ve her kelime, metne eklenmeden önce detaylı şekilde değerlendirildi.”
Bu titiz hazırlık süreci bilhassa önemli, zira bu kadar uzun ve dikkatli bir hazırlık sürecinin sonucu, içeriğinde büyük bir belirsizlik barındıran bir bildiri oldu. Stein’in sözleriyle ifade etmek gerekirse:
“Siyonistlere verilen vaatler neydi? Deklarasyonun dili kasıtlı olarak muğlaktı ve o dönemde ne İngiliz tarafı ne de Siyonist taraf bu metnin anlamını derinlemesine irdelemeye hazırdı ve halihazırda ortak bir yorum üzerinde anlaşmış da değillerdi.”
(2) Balfour, tek kişilik bir iş değildi
Her ne kadar Arthur Balfour, David Lloyd George hükümetinde dışişleri bakanı olarak, Balfour Deklarasyonu’nun nihai taslağını hazırlayan kişi olsa da bu deklarasyonun temelini oluşturan fikirler bir dizi Siyonist ve Yahudi olmayan isim tarafından ortaya konmuştu. Bunlar arasında, Balfour’a “Filistin’i Yahudi halkının ulusal yurdu olarak yeniden oluşturmayı” öneren orijinal taslağı ileten Lionel Walter Rothschild; Rus asıllı bir kimyager ve Siyonist olan ve Balfour Deklarasyonu’nun elde edilmesinde en etkili kişi olarak kabul edilen Chaim Weizmann; başbakan olmadan önce Theodor Herzl ile Uganda Planı (Yahudilerin Britanya himayesi altında Uganda’ya yerleştirilmesi projesi) üzerinde yakın çalışan David Lloyd George; Chaim Weizmann ve diğer Siyonist aktivistlerle İngiliz hükümeti arasında ana bağlantı kanalı işlevi gören Mark Sykes ve İngiliz hükümetine Yahudi göçüne izin verilmesi gerektiğini savunan Herbert Samuel bulunuyordu. Samuel, “Yahudi nüfus zamanla çoğunluğa ulaşır ve toprağa yerleşirse, onlara bir çeşit özerklik verilebilir,” diyerek İngiltere’nin dünya çapındaki Yahudilerin minnettarlığını kazanacağını belirtmişti. Daha az bilinen ama perde arkasındaki çalışmalarıyla Balfour Deklarasyonu’nun yayımlanmasında önemli bir rol oynayan bir diğer isim de Nahum Sokolow’dur.
Lord Balfour’un, metnin dilini hazırlarken yardım istemesi üzerine, Britanya’daki Siyonist liderler sürece dahil oldular. Sahiden de 17 Temmuz 1917’de Londra’daki Imperial Hotel’de Siyonist siyasi komitesi bu amaçla bir araya geldi. Bu toplantının sonucunda, biri otelin antetli kağıdına el yazısıyla Leon Simon tarafından yazılmış, diğeri ise üzerine notlar alınmış daktilo edilmiş bir taslak olmak üzere iki taslak oluşturuldu. Geriye kalan taslaklar ise günümüzde hâlâ kayıp.
Başka bir deyişle, Balfour Deklarasyonu’nun hazırlanışı bireysel değil, kolektif bir çabanın ürünüydü. Ani bir karar veya tek bir kişinin inisiyatifiyle alınmış bir beyan değildi; uzun müzakereler sonucunda titizlikle hazırlanmış siyasi bir bildiriydi. Temperley, Paris Barış Konferansı’nın Tarihi adlı eserinde, “İngiliz hükümeti deklarasyonu dünyaya sunmadan önce, her yönü ve muhtemel sonuçları dikkatlice incelendi, defalarca değiştirildi ve revize edildi,” diye yazar. Benzer şekilde, Nahum Sokolow da Siyonizmin Tarihi adlı temel eserinde şöyle der:
“Londra’da doğan her fikir, Amerika’daki Siyonist örgüt tarafından test edildi ve Amerika’daki her öneri Londra’da büyük bir ilgiyle ele alındı.”
Nitekim, Balfour Deklarasyonu'nun hazırlanması yaklaşık iki yıl süren bir süreçti.
(3) Siyonistlerin hayal kırıklığı
Deklarasyon, Siyonizm açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilse de Siyonistlerin beklentilerini tam anlamıyla karşılamadı. Örneğin, İngiliz hükümeti bu konuda temkinli davrandı. Lord Rothschild’in Balfour’a gönderdiği orijinal taslakta, “Majestelerinin hükümeti, Filistin’in Yahudi halkı için ulusal bir yurt olarak yeniden oluşturulması ilkesini kabul eder,” deniyordu. Fakat resmî açıklamada, hükümetin “Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını” desteklediği ifade edildi. Burada önemli bir fark vardı: Bu bir yurt olacaktı, o yurt değil; yeniden oluşturulmayacak, sadece kurulacaktı. “Yeniden oluşturma" ifadesi, hukuki bir hak ima ediyordu.
Buna ek olarak, Siyonistlerin orijinal taslakta, “Majestelerinin hükümeti, bu amacı gerçekleştirmek için elinden gelenin en iyisini yapacak ve gerekli yöntem ve araçları Siyonist Örgüt ile tartışacaktır,” ifadesi yer alıyordu. Ancak resmî metinde, hükümetin sadece “bu amacın gerçekleştirilmesine elinden gelenin en iyisini yaparak yardımcı olacağı” belirtilmiş, Siyonist Örgüt’ün bir otorite olarak resmi tanınması metinden çıkarılmıştı. Bu tanıma, orijinal taslakta örtük olarak yer veriliyordu. Weizmann, bu önemli değişikliklerin farkındaydı.
Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık tarafından 4 Ekim’de kabul edilen ve Montagu’nun eleştirilerinden sonra şekillenen metin ile orijinal taslak arasında büyük bir farklılık vardı. İlk taslakta “Filistin, Yahudi halkı için ulusal bir yurt olarak yeniden oluşturulacaktır,” ifadesi yer alıyordu. İkinci metin ise “Filistin’de Yahudi milleti için bir ulusal yurt kurulması” ifadesini içeriyordu. İlk taslak, hükümetin “bu amacı gerçekleştirmek için elinden gelenin en iyisini yapacağını ve gerekli yöntem ve araçları Siyonist Örgüt ile tartışacağını” ekliyordu. İkinci metin ise “orada yaşayan Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarını” koruma meselesini öne çıkardı; bu da Yahudilere dönük muhtemel baskı niyetlerini ima eden bir ifade olarak yorumlanabilirdi ve amacımıza yönelik kısıtlamalar getirilmesi anlamına geliyordu.
Yani, bu deklarasyon öncelikle İngiliz hükümetinin çıkarlarına göre şekillendirilmişti. Ancak tartışmasız olan en önemli gerçek, deklarasyonun hukuki açıdan zayıf olduğuydu. Büyük Britanya’nın Filistin üzerinde herhangi bir egemenlik hakkı yoktu; mülkiyet çıkarı yoktu ve toprak üzerinde tasarruf yetkisi de yoktu. Bu deklarasyon, İngilizlerin niyetlerini belirten bir açıklamadan ibaretti, hepsi bu.
Siyonistler, İngiliz hükümetinin niyetlerini gayet iyi biliyorlardı ama siyasi bir strateji olarak bu konuda daha fazla baskı yapmamayı tercih ettiler:
“Tarihsel bir soru olarak, taleplerimizi sonuna kadar ısrarla savunmamız gerekip gerekmediğini sorgulayabiliriz. Daha iyi bir deklarasyon elde etmemiz mümkün müydü, yoksa hükümet Yahudiler arasındaki iç çekişmelerden bıkarak meseleyi tamamen gözden çıkarır mıydı? Bizim hükmümüz, kabullenmekten yanaydı.”
(4) Deklarasyon Yahudilerin tamamından destek bulmadı
Yaygın kanının aksine, Balfour Deklarasyonu tüm Yahudiler tarafından fikir birliğiyle desteklenmedi. Entegrasyonu savunan ve kendi ülkelerinde Yahudilere eşit haklar tanıyan yeni yasaların sağladığı ilerlemeden memnun olan aydın Yahudiler, deklarasyonu antisemitik buldukları için şiddetle karşı çıktılar. Aslında, deklarasyonun nihai versiyonu, etkili bir Siyonizm karşıtı ve Hindistan’dan sorumlu bakan olan Edwin Samuel Montagu’nun talebi doğrultusunda değiştirildi. Montagu, deklarasyon metninin mevcut haliyle kalmasının antisemitizmi artırabileceğinden endişe ediyordu. Montagu’nun İngiliz hükümetine gönderdiği notta şu ifadeler yer alıyordu:
“Her daim Siyonizmin, Birleşik Krallık’ın sadık hiçbir vatandaşı tarafından savunulamayacak, zararlı bir siyasi doktrin olduğunu düşünmüşümdür. Eğer bir İngiliz Yahudi’si, Zeytin Dağı’na göz dikiyor ve bir gün İngiliz toprağını ayakkabısından silkeleyip Filistin’de çiftçiliğe dönmeyi hayal ediyorsa, bu bana, İngiliz vatandaşlığıyla bağdaşmayan bir amaç benimsediğini ve Britanya’nın kamusal hayatına katılmak ya da bir İngiliz olarak muamele görmek için uygun olmadığını itiraf ediyormuş gibi gelir. Bu doktrine kapılanların çoğunun, Rusya’daki Yahudilere getirilen kısıtlamalar ve özgürlüklerinin tanınmaması yüzünden bu yola saptıklarını anladım. Fakat, aynı zamanda bu Yahudiler Rusya Yahudisi olarak kabul edilip tüm özgürlükler kendilerine tanınırken, İngiliz hükümetinin Siyonizmi resmen tanıması ve Balfour’un ‘Filistin’in Yahudi halkının ulusal yurdu olarak yeniden oluşturulması gerektiğini’ söylemesi bana mantıksız geliyor. Bu ne anlama geliyor bilmiyorum ama sanırım Müslümanlar ve Hristiyanların Yahudilere yol vermesi gerektiğini, Yahudilerin her türlü imtiyazlı pozisyona yerleştirileceğini ve Filistin’e İngilizlerin İngiltere’ye, Fransızların Fransa’ya duyduğu bağlılık gibi özel bir bağlılık duyacaklarını ima ediyor. Filistin’deki Türkler ve diğer Müslümanlar ise tamamen yabancı sayılacak, tıpkı gelecekte Yahudilerin Filistin dışında her ülkede yabancı olarak görülmesi gibi. Belki vatandaşlık da yalnızca dini bir teste tabi tutularak verilecek.”
Montagu ve benzer görüşteki diğerleri açısından Balfour Deklarasyonu, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yahudi cemaatlerinin statüsünü tehdit ediyor ve çifte sadakat konusunu gündeme getirme riskini taşıyordu. Bu mesele o dönemde yoğun bir tartışma konusuydu. Sonuç olarak, yapılan değişikliklerle nihai metnin sonunda “Yahudilerin başka herhangi bir ülkede sahip olduğu haklara veya siyasi statüye” atıfta bulunularak Montagu ve diğerlerinin endişeleri dikkate alındı.
(5) Antisemitizm
Balfour Deklarasyonu, genel olarak antisemitik bir hamle olarak değerlendirilmişti; zira her ülkede antisemitik düşüncelere sahip olanlar için bir çekim noktası haline gelmişti. Görünürde Yahudiler için olumlu bir adım gibi görünse de esasında ırksal üstünlük ve antisemitizmle iç içe geçmiş bir hareketti. Gerçekte, Balfour’un Siyonizme desteği, Britanya’ya Yahudi göçünü durdurma arzusundan kaynaklanıyordu. Mesela, Balfour, 1919 yılında Nahum Sokolow’un Tarihsel Siyonizm kitabının önsözünde, Siyonist hareketin “Batı medeniyetinin yüzyıllar boyunca ortasında yabancı ve hatta düşman kabul ettiği ama ne atabildiği ne de asimile edebildiği bu bedenin yarattığı trajedileri hafifleteceğini” yazmıştı. Günümüzde bile beyaz ırk üstünlüğünü savunanlar, Yahudilerin “beyaz toplumları” terk edip İsrail’e gitmeleri gerektiğini söyleyerek Balfour Deklarasyonu'na atıfta bulunarak kendi görüşlerini savunuyorlar.
(6) Balfour Deklarasyonu’nu sadece savaşın dayattığı geçici bir politika olarak görmek yanıltıcı olur. Bu deklasrasyon, tarihsel olaylar ve aşamalardan bağımsız olarak değerlendirildiğinde eksik anlaşılır. Özünde bu vaat, kökenleri belki de 16. yüzyıla kadar uzanan uzun bir sürecin en dikkat çekici anıydı. O dönemde bazı İngiliz reformcular, Mesih’in dönüşünden önce Yahudilerin vatanlarına geri döneceği düşüncesini benimsiyorlardı. Bu, restorasyon hareketi [restoration movement] olarak bilinen ve I. Mary döneminde Protestanlara dönük baskılar sırasında ortaya çıkan bir akımdı. Bu hareketin ortaya çıkışında üç ana etken rol oynadı:
Avrupa’da yeni bir Tevrat çevirisinin basılması: Cenevre İncil’i olarak bilinen bu çeviri, İngiliz halkını ilk kez Eski Ahit ile tanıştırdı ve böylece Tanrı’nın Yahudilere verdiği vaatlere dair bir bilinç oluşturdu.
Protestanların İngiltere’den sürgün edilmesi ve geri dönmeleri: I. Mary döneminde İngiltere’den sürülen Protestanlar, I. Elizabeth döneminde geri dönmeye başladılar. Bu süreçte, Cenevre İncil’i İngiltere’de geniş çapta yayıldı ve İngilizlerin Eski Ahit’e olan ilgisini daha da derinleştirdi.
Avrupa’daki Yahudi cemaatleriyle doğrudan temas: Protestanlar, I. Mary’nin baskı döneminde Avrupa’nın farklı ülkelerinde Yahudi cemaatleriyle doğrudan temas kurma fırsatı elde ettiler. Bu temaslar, Yahudileri Tevrat’ın temel figürleri olarak görme anlayışını güçlendirdi ve 12. yüzyılda İngiltere’den sürülen Yahudilerin geri getirilmesi taleplerini doğurdu.
Bu üç faktör, restorasyon hareketinin dini bir akım olarak kök salmasına katkıda bulundu ve Yahudilerin “Vadedilmiş Topraklara” dönmesi fikri için uygun bir zemin hazırladı. Bu inanç, on yıllar boyunca birikerek ve gelişerek varlığını sürdürdü. 19. yüzyılda ise dispensationalism [tedbircilik] ve Hristiyan Siyonizmi gibi çeşitli Protestan akımlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, bu fikirler Britanya’nın Doğu Akdeniz’deki siyasi çıkarları doğrultusunda siyasi bir boyut kazanmaya başladı. Bu dönemde, Morning Watch gibi dergiler Yahudilerin atalarının topraklarına geri dönmesi gerektiğini savunan yayınlar yaparken, Londra Yahudileri Derneği [The London Jews’ Society] gibi aynı amaca adanmış dernekler kuruldu. Bu dernek, Filistin’de ilk İngiliz yerleşim alanını kurmayı başardı.
Balfour Deklarasyonu, bu uzun sürecin zirvesini temsil ediyordu. Belki de İngiliz Protestanları arasında Yahudilere yönelik bu olumlu duygular ve Yahudilerin vatanlarına geri dönmesi fikrine olan hayranlık olmasaydı, bu deklarasyon asla yayımlanmazdı.
(7) Pek çok tarihçi, Balfour Deklarasyonu’nu Chaim Weizmann’ın İngiltere’nin savaş çabalarına katkısına veya İngilizlerin Amerikan Yahudileri arasında sempati yaratma teşebbüslerine bağlasa da İngilizlerin bu tanımayı yapmasının derinlerde yatan sebebi din, özellikle de Protestan Hristiyanlık inancıydı. Shalom Goldman, Zeal for Zion (2009) adlı kitabında şöyle yazar:
“19. yüzyılın sonlarına dek, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma planlarının çoğu Hristiyanlardan geliyordu. Bu planlar, coğrafi Filistin’in Yahudilerin eski ve ‘kendilerine ait’ yurdu olduğu fikrine dayanıyordu. Bu bakış açısı, Tevrat (Eski Ahit) kaynaklı bir anlayışa dayandığı için geniş Hristiyan kesimleri üzerinde etkili olmuştu.”
Bu Protestan eğilim, Balfour Deklarasyonu’na giden yolu açmada kritik bir rol oynadı. Deklarasyonu hazırlayanların temel isimlerine hızlıca bir bakış attığımızda, onları etkilemiş olan iki ana fikirle —dispensationalism (zamanları Tanrı’nın planına göre ayırma inancı) ve yenilenme inancı— yoğrulmuş bir atmosferde yetiştiklerini görürüz. Bu fikirler, Hristiyan Siyonizminin dayandığı iki temel unsurdu. Yahudilerin Filistin’e dönmesi fikrinin öncülerinden bazılarına bakalım:
Lord Shaftesbury: Erken dönem önde gelen bir Britanyalı siyasetçiydi ve Yahudilerin topraklarına dönmesi fikrini derin bir şekilde benimsemiş bir Hristiyan Siyonistiydi. Günlüğünde şöyle yazmıştı: “Kim olacak bu çağın Koreşi… Tanrı’nın halkını geri getirecek olan kim?”
Laurence Oliphant (1829-1888): Oliphant, Cape Kolonisi’nde doğmuştu. 1853’te Rusya’da eğitim gördü ve Doğu Avrupa Yahudilerinin yaşadıkları zorlu durumlara tanıklık etti. Yahudilerin Filistin’de bir yurt edinmesinin onların sıkıntılarını hafifletebileceğini düşündü. 1865’te İngiliz parlamentosuna seçildi ve Doğu Avrupa Yahudileri için Filistin’de bir Yahudi yerleşimi kurma yollarını araştırmaya başladı. 1878’de İstanbul’a gitti ve İngiltere adına Sultan’a müracaat ederek Yahudi mültecilere Filistin’de yerleşim izni verilmesini talep etti.
Benjamin Disraeli (1804-1881): Disraeli, bir Avrupa ülkesinin ilk Yahudi lideri olarak öne çıkar. Kendini “İncil’e inanan bir İbrani” olarak tanımlayan Disraeli, Yahudi mültecilerin Filistin’e yerleşme planını özellikle desteklediğini ifade ediyordu.
Yahudilerin Filistin’e dönmesi fikrini Balfour Deklarasyonu aracılığıyla fiiliyata geçiren isimler arasında ise şunlar yer alır:
David Lloyd George (1863-1945): Galli Baptist bir Evanjelik olarak yetişen Lloyd George, “bin yıllık krallık” inancına sıkı sıkıya bağlıydı. Ona ait ünlü bir sözde şöyle der: “Yahudilerin tarihini, kendi ülkemin tarihinden çok daha fazla öğrendiğim bir okulda büyüdüm.”
Arthur Balfour (1848-1930): Arthur Balfour, Yahudi halkına yüksek bir değer biçilen bir Evanjelik ailede büyüdü. “Yahudilere dönük düşünceleri, Hristiyanlığın Eski Ahit versiyonuna kök salmıştı.” Eleştirmenler, Balfour’un Hristiyan Siyonizmi ve Balfour Deklarasyonu’na desteğinin tamamen siyasi bir karar olduğunu öne sürerler.
Mark Sykes (1879-1919): Mark Sykes, Yorkshire’da Roma Katoliği bir ailede yetişti. Sykes, savaş öncesinde Yahudilerden hazzetmiyordu ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi yurdu fikrine öylesine güçlü bir destek vermeye başladı ki, 1917’de Roma’ya giderek Papa’ya Yahudi yurdunun kurulmasına açık destek vermesi için dilekçe sundu.
Sonuç
Balfour Deklarasyonu’na dair birçok farklı tanımlama yapılmıştır ama belki de en eski (1925) ve en özlü tanımlardan biri Anton Saade’ye aittir:
“Bu, ulusların tarihinde verilmiş en alçakça vaatlerden biridir; zira insanlık adaleti veya doğal haklardan tamamen yoksun olmasının yanı sıra, müttefik siyasetçilerin sadakatine ve dürüst niyetlerine inanan Suriye halkına arkadan vurulmuş bir hançerdir. Bu ihanet, Avrupa’nın en yüksek siyasi makamlarından soğukkanlılıkla işlenmiştir; öyle ki, barbar olarak nitelendirilen toplumlar dahi böyle bir şeyi yapmaktan utanırdı, insan haklarını anlayan medeni toplumlar ise böyle bir davranışı akıllarına bile getirmezdi.”
Gerçekten de Balfour Deklarasyonu, kâğıt üzerinde Siyonistlere “yasal haklar” yarattı; ardından bu haklar, Yahudi Siyonist göçlerini teşvik ve destekleme, yerleşimler inşa etme ve Filistinlileri topraklarından çıkarma yoluyla fiili bir sömürge gerçekliğine dönüştürüldü.