Amerikan imparatorluğunun lanetli ileri karakolları
"Bugün, kabuslarımız bir kez daha sınır ötesi savaşlar ve paralı askerlerle doluyken sinizmin gerçekle lokmasını paylaştığı bir yere, oraya dönmek."
Çevirmenin notu: Latin Amerika’da geçen yüzyılda karşı devrimci kontralar ve ölüm mangalarının faaliyeti doğrudan Amerikan istihbaratının nezaretindeydi. Buna dair üretilen akademik ve edebi metinlerin sayısı, delillerin bolluğu da hesaba katılırsa epey fazlaydı.
Aşağıda tercümesi verilen makalede Amerikalı gazeteci Lily Lynch, Denis Johnson’ın Nikaragua’daki karşı devrimci savaşta geçen bir hikâyeyi anlattığı The Stars at Noon romanının hoş bir eleştirisini yapmış.
Amerikan imparatorluğunun lanetli ileri karakolları
Lily Lynch
9 Ağustos 2023
Denis Johnson maceracılıktaki şımarıklığı ifşa ediyor
İmparatorluğun çeperlerini konu alan farklı bir edebi tür var. Britanya’da bu tür, Graham Greene’in dünyası olan Greeneland olarak bilinir; ahlakın rafa kaldırıldığı, metropolün siyasi yanılsamalarının gözler önüne serildiği ve kayıp insanların yargılanmadan günah işlemekte özgür olduğu kirli, unutulmuş karakollar. Bu, kötülüğün ve sonuçlarının farkında olan bir 20. yüzyıl türü. Bugün, kabuslarımız bir kez daha sınır ötesi savaşlar, şaibeli casus belli’ler ve ulusal bayrakların ötesinde faaliyet gösteren paralı askerlerle doluyken, sinizmin gerçekle lokmasını paylaştığı bir yere, oraya dönmek ayıktırıcı.
Denis Johnson’ın The Stars at Noon (1986) adlı roman, bu tarzın Amerika’daki en iyi örneği; yabancı müdahalelerin dönüşebileceği cehennemin çenelerinde ıslak, halüsinatif bir gezinti. Kitapta CIA destekli kontralar Sandinista hükümetine savaş açarken 1984 Nikaragua’sı ele alınıyor. Johnson’ın daha az bilinen eserlerinden biri olan roman, bu estetik olmayan seyahati Instagram için kesinlikle belgelemeyecek olan isimsiz genç bir Amerikalı kadın tarafından anlatılan bir anti-seyahatname şeklini alıyor.
Kitap, Managua’nın pis McDonald’s’larından birinde, cuntanın azgın yetkilileri ve askerleri tarafından himaye edilen bir Amerikan karakolunda hafif makineli tüfeklerle başlıyor. Burada, anlatıcımızın bir tür gazeteci olabileceğini ya da olmayabileceğini ya da en azından olmayı arzuladığını, fakat şimdilik Nikaragua’dan kaçış bileti almak için gereken parayı kazanma çabasıyla seks sattığını öğreniyoruz.
Bu durum, yardım etme sözü verirken düştüğü durumdan karşılıksız istifade eden yerel yetkililer tarafından cinsel sömürüye maruz kalmasına yol açmıştı. Ve çok uzağa düştü. Bundan önce, Eyes for Peace adlı bir kuruluşta insan hakları gözlemcisi olarak çalıştığını öğreniyoruz. Başkalarının çektiği acılara tanıklık ettikten sonra, bu iş kolunda kısa sürede hayal kırıklığına uğruyor; onun dünyasında “insani yardım” kelimesi uğursuz bir anlam kazanıyor. Diğer yüce kavramlar; “adalet”, “hürriyet”, “eşitlik”, aynı şekilde küçümseniyor. Bir karaktere “Sana hürriyeti ve diğer saçmalıkları göstereceğim,” diyor.
Genç Amerikalımızı InterContinental Otel’in barına kadar takip ediyoruz; burada uluslararası basın mensupları içkilerini yudumluyor ve “bang bang” olmamasından şikâyet ediyorlar. Hepsi Beyrut’un daha iyi olduğu konusunda hemfikir. Ancak anlatıcımız onlara benzer hissiyata sahip değil: “Taksi şoförünün de tahmin ettiği gibi, bu gece burada birkaç gazeteci içki içiyordu, her zamanki gibi, her biri hakikaten de hemen vurulup öldürülmesi gereken türden insanlardı.”
İşte bu hüzünlü otel barında, bu savaş turistleri arasında anlatıcımız ilk kez aşkıyla tanışır. Kendisi bir petrol şirketinde çalışan mülayim bir İngiliz danışmandır (“puding gibi ve hayaletimsi”). “Danışman” buralarda kulağa uğursuz gelen bir başka opak meslektir ve anlatıcı ona ilişkileri hakkında “detaya girmemesi” için yalvarır. Onun deyimiyle “İngiliz”, sadece dikkat çekicilikten tamamen yoksun olmasıyla dikkat çekicidir (başka bir yerde, onun buğulu, unutulabilir bir yüzü ve beyaz teniyle kendisine bir bulutu hatırlattığını belirtir). Ve bu kitabın ana noktasıdır; kitabın adı W.S. Merwin’in bir şiirindeki bir dizeden gelmektedir: “Aradığımız şey / birbirimizde / birbirimizdir / öğle vakti yıldızlar / ışık kör tanrısına taparken”. Bu, narsisistik idealizasyon ve kendini kandırma üzerine kurulu bir aşk hikayesi; libidosu yüksek siyasi çalkantılar ve tropik bölge, ilişkiye başka türlü sahip olamayacağı bir heyecan katıyor. Londra ya da New York’a döndüklerinde, bu ikilinin birbirlerine bir daha asla bakmayacaklarını düşünüyoruz.
Siyasi drama da “İngilizin” kendisi gibi muğlak. Sonunda onun şirketlere casusluk yaptığını öğreniyoruz. Petrol şirketi, Kosta Rikalılarla birlikte Nikaragua Gölü’nün altında bazı olası petrol yatakları olduğunu biliyordu ve “adalet” namına —ve belki de düşman devletlere karşı belirsiz siyasi sempatiler, ancak onun geri kalanı gibi, bunlar da jestsel kalıyor— bunları Nikaragualılara aktardı. Fakat Nikaragualılar bu ikiyüzlülükten Kosta Rikalıları haberdar eder ve çok geçmeden aşıklar, her yerde hazır ve nazır olan CIA de dahil olmak üzere, aynı anda pek çok devlet kurumunun istihbarat teşkilatları tarafından takip edilir. Giderek dayanılmaz hale gelen gözetim altında çift, sınıra doğru uzun ve dramatik bir koşu yapar. Bu panik dolu kovalamacayı tetikleyenin İngilizin görünüşte “insani” olan eylemi olması önemli. Vekalet savaşlarında cehenneme giden yol da genelde iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Nikaragua’daki karşı devrimci savaştan yaklaşık 40 yıl sonra okunan The Stars at Noon heyecan verici, hatta özgürleştirici. Johnson’ın romanı birden fazla yönden, sıkıcı çağdaş püritanizm tarafından engellenmemiş bir kaçış. Johnson’ın dünyasında hiç kimse mitleştirilmiyor ve biz hem sıkıcı devrimcilerle hem de “aptal CIA” ile alay etmeye ve onları aşağılamaya davet ediliyoruz.
Savaşta bu tür bir sinizm edebiyatta yeni değil ama neredeyse bir kadın anlatıcıdan süzülüyormuş gibi hissettiriyor. Johnson bize dayanılmaz koşullardaki genç bir kadını tasvir ediyor ama yine de 2000’lerdeki kadın yazınının travmatize olmuş kadın öznesi değil, deneyimlerini mağduriyet merceğinden refleksif bir şekilde anlatıyor. Caitlín Doherty’nin de yazdığı üzere: “MeToo’nun etkisi, seçmen kitlesini oluşturan profesyonel kadınlar arasındaki herhangi bir siyasi dönüşümde değil, daha ziyade ‘feminist’ bir dilsel modun kurumuş tortularında tespit edilebilir: birinci şahıs olarak anlatan, edebi olanı çağıran ve acısını öğrenmenizi isteyen bir konuşmacı.” Anlatıcımız erkekler tarafından kötü muamele görse de her zaman onların sahip olmadığı bir şeye sahip: mevcut koşullarda ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, bu erkeklerin acınası, hatta zavallı oldukları bilgisi.
“Talihsiz bir karşılaşma sırasında, ‘Bocalayan muz cumhuriyeti rejimindeki beceriksiz bir küçük memurun zevki ve rahatlığı her türlü endişemi aştığından değil ama tüm erkekler masumlaşma eğiliminde sizce de öyle değil mi? Sanki yavru bir kuşun üzerine basmışsınız gibi küçük, keskin bir acıma hissi duymadan edemiyorsunuz,” diye düşünüyor.
Çağdaş Batı’daki genç kadınlar, dünyanın başka yerlerinde bulunan yukarıdan aşağıya kurumsallaşmış ataerkillik altında yaşamadılar ama bunu yaşayan kadınlar tam da bu şekilde —güçlü erkekleri kazanılmamış ayrıcalıkların totemleri olarak değil, kendi arzularının zavallı tutsakları olarak görerek ve bu nedenle istismar edilecek zaaflarla dolu olarak— yollarını bulmak zorundalar. Johnson’ın bunu bir erkek olarak anlayabilmesi, “yaşanmış deneyimin” aydınlatıcı olan tek şey olmadığını gösteriyor: Bu romanda kadın anlatıcısına, çoğu çağdaş kadının kendilerine vereceğinden daha güçlü, iç döken bir ses veriyor. Bunun için —kadın anlatıcısını yeterince güçsüz kılmayı başaramadığı ya da bir kadının sesiyle yazdığı için— kuşkusuz bugün bazı edebi püritenler tarafından suçlanacaktır.
Yine de Johnson’ın kadın anlatıcısı da bariz biçimde kendisi. The Stars at Noon, bir dergi için devrim üzerine makale yazmayı umduğu —bunun yerine, bu gezi sırasında asla gazeteci olamayacağını fark etti— Nikaragua gezisinden sonra yazıldı. Söylendiğine göre eve dönmüş, depresyona girmiş ve bu kitabı yazmış. Managua restoranlarındaki profesyonel gazetecileri kıskançlık ve iğrenme karışımı bir duyguyla gözlemlediği bazı detaylar açıkça kendi deneyimlerinden alınmış. Kitabın başlarında bir noktada Johnson’ın anlatıcısı ABD’deki bir derginin editörünü umutsuz bir teklifle arıyor; editör telefonu kapatmadan önce gülüyor. Diğer şeylerin yanı sıra, bu başarısızlığa dair bir kitap. Bu da yazarların sosyal medyada yazar kimliğini inşa etmeye yazmaktan daha çok yatırım yaptıkları bir çağda ferahlatıcı.
Geçtiğimiz yıl Fransız yönetmen Claire Denis, kitaptan uyarladığı bir film çekti. Romanın şehvetli ama hastalıklı atmosferinden bir şeyler yakalayan film yeterince iyi bir uyarlama olsa da Denis, hikâyeyi orijinal Soğuk Savaş bağlamından çıkarıp Kovid-19 salgınının zirvede olduğu günümüzde yeniden konumlandırmayı tercih etti. Filmde, köhnemiş InterContinental Otel, tehditkâr bir biyomedikal güvenlik rejimi ve hafif makineli tüfek taşıyan güler yüzlü muhafızlarla kısmen pis bir Kovid hastanesine dönüştürülmüş. Şehvetli ve ideolojik Soğuk Savaş ortamı hem diktatörlüğün hem de demokrasinin teknoloji destekli bir otoriterliğe doğru sürüklendiği, ideolojik Soğuk Savaş 2.0 sonrası boşluğumuzla yer değiştirdiğinden hikâye günümüzde geçen temel bir şeyi kaybediyor. Eğer film, kitaba kıyasla daha az özlü hissettiriyorsa, bunun nedeni kısmen zamanımızın da daha boş olmasıdır.
Peki, medyanın her bir parçasını gizli baskı odakları için refleksif bir şekilde didik didik etmek üzere eğitilmiş çağdaş yorumcu, bu romana nasıl tepki verirdi? Birincisi, bu Nikaragua’daki iki beyaz Batılının deneyimlerini “merkeze alan” bir hikâye. Dahası, anlatıcımız “konumunun”, “ayrıcalığının” ve “Batılılığının” farkındalığına işaret etmekle ilgilenmiyor. Ancak CIA’in kontraları silahlandırmayı meşrulaştırmak adına muhtemelen dekolonizasyon dilini kullanacağı bir zamanda, basit yabancılar olmalarına izin verilen yabancıları okumak da ayıktırıcı. The Stars at Noon’un anlatıcısı; serseriler, kaybedenler, dışlanmışlar, sarhoşlar ve hayalperestlerden oluşan Amerikan panteonuna ait. Bunlar, kansız akademik-aktivist deyimiyle yerel seslere karşı “üst perdeden konuşan" figürler değil, aşağılardan, onların altından gelen figürler.
"Feminist dış politika" üzerine
"Bu modernleşme projesini hiper-Atlantikçi bir eğilimle birleştiren Kallas, kendisini 21. yüzyıl Estonya konsensüsünün siması haline getirerek ülkesini aydınlanmış Batı ile aynı hizaya getirdi."