82'nin tekrarı: İkinci doğuş
"Bugün savaş, araçları ve yöntemleri açısından daha karmaşık bir hale gelmiş olsa da özünde, konularında, gerekçelerinde ve arka planında aynı özellikleri taşıyor."
1980’lerde İsrail’in Lübnan işgaline karşı başlayan direniş, o dönemde dağınık ve merkezi olmayan yapısıyla İsrail’i geri püskürtmeyi başarmıştı. Bugün ise savaş daha karmaşık, fakat özünde aynı güç dinamikleri mevcut. İsrail, varoluşsal bir tehdit algısıyla daha vahşi bir tutum halinde ve ABD, ise küresel hegemonyasını yeniden tesis etme çabasıyla daha tehlikeli bir hale geldi. Yazı, Hizbullah’ın bu kadar badireden sonra geleceği nasıl algıladığı konusunda dikkate değer.
82’nin tekrarı: İkinci doğuş
Bilal Lakis, el-Ahbar
Şu an, 1982 yılına oldukça benzeyen bir dönemden geçiyoruz. Her ne kadar koşullar ve savaşın yönetilme biçimi farklılık gösterse de özünde benzer bir sürecin içindeyiz. O dönemde, Sovyetler Birliği’nin zayıflamaya başladığı, bedeninde ölümcül hastalıkların baş gösterdiği ve Batı’nın zirveye çıkarak kendini üstün gördüğü bir uluslararası ortam vardı. 1982 yılı, aslında önce Lübnan’ı, ardından Suriye’yi çökertme ve o sırada yeni filizlenen İslam Devrimi’ni söndürme amacını güden bir askeri operasyondu. Yani, bu dönem, Amerikan-İsrail ortaklığıyla Arap dünyasına ve Sovyetler Birliği’ne karşı bölgesel bir İsrail hegemonyası projesiydi. Bu değişimi başlatmanın yolu, Lübnan’daki Filistin direnişini ezmek ve onları tamamen bölgeden çıkarmaktı. O dönemde, Körfez’deki Arap ülkeleri, Ürdün, Mısır ve diğer bazı Arap yönetimleri bu durumu Amerika’ya teslim ettiler ve süreci hızlandırdılar. Rehberlik tamamen Reagan-Thatcher ikilisine ait olacaktı; hatta bu ülkeler, Reagan’ın politikalarını küresel, bölgesel ve yerel düzeyde (petrodolar ve ekonominin özelleştirilmesi üzerinden) desteklediler. Lübnan ise her türlü iç savaş, çatışma ve içsel hesaplaşmalarla boğuşuyordu. Her şey, yeni bir Amerikan-Batı-İsrail çağının doğmakta olduğunu gösteriyordu.
Fakat bu karmaşık manzara ve tarihsel dönüm noktasının içinden, Hizbullah doğdu, ya da daha sonra Hizbullah olarak bilinecek olan dağınık örgütler ortaya çıktı. O dönemde ortada bir örgüt, hiyerarşi ya da yeterli bir fikri birlik yoktu. Sadece insan vicdanına, ahlaka ve doğal bir hak olan direnişe cevap verme niyeti vardı. İmam Humeyni’nin direnişin zorunluluğuna dair yaptığı çağrı da derin dini ve tarihsel bir birikime sahip olan ve bu çağrının etkilerini bireyden topluma kadar her düzeyde iyi kavrayan bir ortamda yankı buldu. Direniş çağrısı, yaşları henüz 20’li ve 30’lu yıllarda olan gençlerin yüreğinde doğdu. Her örgüt, arkadaş topluluğu ya da birlik, direniş ve cihat hareketine girişti ve diğer bazı Lübnanlı, Arap ve milli güçlerle birlikte, o dönemin bahanesi olan İsrail Büyükelçisi’ne suikast girişimi sonrası başlatılan ani Amerikan-İsrail saldırısını püskürtmeyi başardılar. Aynı dönemde, direniş hareketi, lideri İmam Musa Sadr’ı kaybetmişti, ardından da bir başka lider, filozof ve yol gösterici olan Seyyid Muhammed Bakır Sadr’ı ve devrimin en büyük düşünürlerinden biri olan Ayetullah Beheşti gibi İran’daki onlarca seçkin âlimi kaybetti.
Ancak tüm bu acı ve karmaşık tabloya rağmen, 1985 yılı geldiğinde, direniş örgütleri – ki bunlar çeşitli kimliklerden ve anlayışlardan gelen örgütlerdi – merkezi olmayan ve koordinasyonsuz bir şekilde savaşarak (her biri kendi yöntemini belirledi) İsrail’i Sayda’ya kadar göndermeyi başardı, ardından işgal altındaki şeride kadar ilerledi. 1985 yılında, insanlar bu gençlerin kim olduklarını ve hikayelerinin ne olduğunu öğrenmeye başladı. Bu dönemde efsanevi başarı öyküleri ortaya çıkmaya başladı ve 2024 yılına kadar sürdü.
Bugün ise savaş, araçları ve yöntemleri açısından daha karmaşık bir hale gelmiş olsa da özünde, konularında, gerekçelerinde ve arka planında aynı özellikleri taşıyor. İsrail, varoluşsal bir tehdit altında ve derin bir kaygı içinde yaşıyor. Kimliksel bir dönüşüm sürecine girdi ve yeni bir on yıla yaklaşıyor (fiilen halihazırda girmiş durumda). Bu yüzden, her zamankinden daha vahşi ve saldırgan. Amerika ise küresel hâkimiyetini yeniden tesis etmek ve gerileyen statüsünü ve etkisini onarmak için son bir şansla karşı karşıya olabilir. Bu nedenle Amerika da daha tehlikeli ve acımasız bir konumda, kendi içindeki toplumsal sözleşmede köklü değişiklikler yaşıyor, bu da onu dışarıda başarılar elde etmeye daha fazla ihtiyaç duyar hale getiriyor.
1982 dönemiyle benzerliklerden biri de acelecilik ve ilk başarıları büyük değişimlere kapı aralayacak fırsatlar olarak görme eğilimidir (tıpkı Şaron’un o dönemde düştüğü hatalar gibi; ilki acelecilik, ikincisi ise ilk başarıların verdiği sarhoşluk: Üst kademe liderlerin suikasta uğraması ve genel sekreterin hedef alınması gibi). Bir diğer benzerlik ise Batı’nın ve büyük ölçüde Arap dünyasının İsrail’e verdiği sınırsız destek.
Dünkü gibi, bugün de Ayetullah Hamaney, direnişin tüm ümmet için bir görev olduğunu ilan etti. Farklılıklar ise öncelikle şunlar: Hizbullah’ın yapısı artık tek bir kitapta yazılı ve toplum bütünüyle onun etrafında kenetlenmiş ve onunla bütünleşmiş durumda. Dünya halkları, adalet ve Filistin davasına daha fazla destek veriyor. Filistin halkı ise artık direnişe ve direniş yöntemine tek çözüm yolu olarak inanıyor, özellikle de Aksa Tufanı’ndan sonra (direnişe inanmayanlar artık Filistinlilerin gözünde hain ve işbirlikçi olarak görülüyor). Direniş bugün daha eğitimli, daha donanımlı, daha deneyimli, daha manevi ve akılcı, ki bu durum, Seyyid Hasan Nasrallah’ın direnişçilere verdiği eğitim, rehberlik ve bıraktığı yazılı eserler ile pekişti. Direniş ahalisi ve gençliği, “velayet kitabını” okuyor ve askeri performans, merkezi olmayan ve uzun süreli bir savaş için hazırlanmış bir stratejiye dayanıyor. Askeri olanakları, İsrail’in derinliklerini ve yapılarını uzun vadede, belki yıllar boyunca ortaya çıkarmak üzere hazırlanmış durumda. Büyük liderlerin şehit olmasına rağmen, toplumun ve direnişin yönetimi ve yönlendirilmesi için hâlâ garantör olacak kişiler ve liderler mevcut.
Lübnan içinde, görünen o ki, İsrail ile iş birliği yapıp direniş çevresiyle iç savaş başlatmaya hazır kimse yok. Direnişe ve Hizbullah’a sempati duymayanlar bile bu konuda hemfikir. Lübnan’da genel bir farkındalık oluşmuş durumda ve hem Müslüman hem de Hristiyan cemaatler daha bilinçli.
Uluslararası arenada ise İran, artık daha güçlü, daha etkili ve kilit bir küresel aktör haline geldi. Bugün, İsrail ile doğrudan karşı karşıya ve daha önce Irak’la ya da tekfirci örgütlerle girdiği yan çatışmalara saplanmış durumda değil. Rusya da Lübnan’daki direnişin düşüşünün ya da zayıflamasının, tıpkı yakın geçmişte olduğu gibi, Suriye’nin düşüşüne zemin hazırlamasından endişe ediyor. Bu durum, araçlar değişse bile Amerika’nın hedeflerinin benzer olduğunu gösteriyor. Bu nedenle Rusya, direnişin çöküşünü engellemek adına, belli bir sınırda da olsa, desteğini artırma eğiliminde.
Bugün ayrıca yeni Arap halkları ve devletleri de bu çatışmanın sahnesine çıkmış durumda. Bölgede Yemen, Irak ve Ayetullah Sistani’nin fetvası gibi yeni unsurlar var. Mısır’la pek çok konuda farklı düşünüyor olsak da onların Arap ve bölgesel güvenliğe bakış açıları, zayıf devletler ya da Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi devletimsilerden farklı.
Bu genel tabloya bakıldığında, 1982 yılıyla benzerlikler ve farklılıklar görülebilir. Bana göre, Hizbullah’ın mücahitleri, askeri, entelektüel, kültürel, medya ve sosyal alanlarda, bu dönemi bir tür ikinci doğuş olarak görmeli. Tarihsel sorumluluğu samimiyetle ve tevekkül ederek üstlenmeli, kendilerine emanet edilen mirasın büyüklüğünü ve ağırlığını anlamalılar. Kurucu nesil ve onun liderliği, özellikle sevgili şehit Nasrallah’ın rehberliği ile büyük başarılar elde edilmiştir ve bu başarıların devamını getirmek onların görevidir. Tarihi fırsat, düşündüğümüzden daha büyük; umut ise mücadele edenlerin çabalarıyla, her zamankinden daha fazla.
Görev çok net, savaşa girme ve zafer kazanma imkânları da ortada. Arap ve İslam dünyasındaki ortam, Müslümanların tarihinde hiç olmadığı kadar iyi. Bu birleşmeyi sağlayan üçgen ise Kasım Süleymani, İsmail Heniye ve şehit Nasrallah’tır. Ayrıca, pek çok Körfez rejimi kırılgan ve endişeli; Amerika ise artık eskisi gibi değil. Yaklaşan seçimler, her ne kadar dışarıya daha güçlü ve askeri olarak etkili görünmeye çalışsalar da Amerika’nın iç durumunu daha net gösterecek.
Nihayetinde bugün bizim sorumluluğumuz inisiyatif almak, direnişi sürdürmek ve Siyonist projeyi yok etmek olmalıdır. Bu yolculuğun ikinci safhası, “Siyonist varlık sonrasında” başlayacak ve yeni dünyada iman bayrağı dalgalanacaktır.